Terörün psikolojik kaynakları

Terörün psikolojik kaynakları

Her insan ortalama bir “benlik” ve “kişilik” algısına sahiptir ve bu “benlik” algısı, sembolik olarak diğer insanlarla etkileşimimizden kaynaklanır ve tecessüm eder. Kısacası bizleri belirleyen biraz da diğerleri ile olan ilişkilerimizdir.

Toplumun sembolik düzeyde üzerinde bir uzlaşı ile temsili de toplumsal düzeyde bir “rol” üstlenmemiz ve kendimizi başkalarının bizi gördüğü gibi görmemizle gerçekleşir. 

Bir başkasının rolünü üzerimize almamız yoluyla inşa edilen bir “benlik” düzeyi, aynı zamanda bizim toplumsal yönümüzü de oluşturur. 

Fakat genelde insanlar kendilerini, başkalarının onları gördüğü gibi görme eğiliminde değillerdir. 

Genel olarak insanlar kendilerini, başkalarının onları nasıl gördüklerini sanıyorlarsa öyle görme eğilimindedir. 

Dolayısıyla kendimizi bir ayna yardımı ile görmemiz gibi değil durum. 

Kendimizi bir başkasının gözünden nasıl görmek istiyorsak öyle görüyoruz çoğu zaman, yani işimize geldiği gibi.

Bazen iyi yönlerini aşırı abartma eğiliminde olan özsaygısı aşırı yüksek veya aşırı düşük insanlar, doğru ve sağlıklı bir benlik algısına sahip olmakta güçlük yaşıyorlar ve bu da beraberinde pek çok sorunu getiriyor. 

Uzmanlar bu durumun dahil olunun grubun toplumsal bağları, saygınlığı ve statüsü ile de alakalı olduğunu düşünüyorlar. 

Örneğin; ‘damgalanmış bir toplumsal grubun üyeleri, o grup üyeliğinin özsaygıyla ilintili sonuçlarından kaçınmaktadırlar’.

1993’te Strauman, Lemieux ve Coe gibi araştırmacılar, insanlara gerçek benlikleri ile ideal, olması gereken benlikleri arasındaki farkları hatırlattığında, dolaşım sistemlerinde bulunan ve insanı kansere, enfeksiyonlara karşı koruyan doğal savunma hücrelerinin aktivite düzeyinin düştüğünü gözlemlemişlerdir.  

Yaşça küçük, dezavantajlı bireylerin kendi gerçek ve ideal benlikleri arasında çatışmalar yaşamaları doğal ve normal bir durum olarak karşılanıyor. 

Yaş ilerledikçe bu sorunun çözümü için çeşitli önerilerde bulunulur.

Örneğin; -kendilerine zarar verecek gruplar arası karşılaştırma yapmaktan kaçınmaları, -çoğunluk grubuyla görece daha eşit bir statüye kavuşmak için başka bir iç grup üyelerine katılmaları, -kendilerine bir özgünlük ve olumluluk duygusu kazandıracak iç grup özelliklerini (dil ve kültür) geliştirmeleri, gibi. 

Belki duymuşsunuzdur; 1964’te ABD’de siyahiler için bir dönüm noktası olan meşhur Brown-Topeka Eğitim Bakanlığı (Brown v. Board of Education) davası görüldü. 

Bu davada tanık olarak dinlenen araştırmacı Kenneth Clark, ABD’deki tüm okullardaki siyah-beyaz ayrımının yasaklanmasını öngören hukuki kararın alınmasına ve ABD’deki sivil haklar hareketinin meşruiyet kazanmasını sağladı.

Clark’ın araştırması kısaca şöyleydi; beyaz ve Afroamerikan çocuklara siyah ve beyaz ırktan oyuncak bebekler gösterildi. Sonuçlar ise, beyaz çocukların beyaz bebekleri tercih ettiği, Afroamerikan çocukların da yine beyaz bebekleri tercih ettikleri yönündeydi. Beyaz tenin koyu tene olan üstünlüğüyle bu araştırma, Afroamerikan çocukların öz-saygılarının düşük olduğunu göstermişti.

Özsaygısı düşük insanlar; günlük olayların etkisine kolay kapılırlar, ruh hallerinde ve duygularında gel-gitler olur, esnek ve yumuşaktırlar, kolayca ikna edilir ve etki altına alınırlar, başarı ve onay isterler ama bunları elde etme konusunda kuşkuludurlar, mutlu ve başarılı bir hayata negatif tepki verirler, dağınık, tutarsız ve istikrarsız bir benlik kavramına sahiptirler, kendini koruyan güdüsel savunmacı yönelime sahiptirler. 

Özsaygısı yüksek insanlar ise; başarısızlık karşısında inatçı ve ısrarcıdırlar, duygusal olarak istikrarlıdırlar, daha az esnek ve daha az uysaldırlar, ikna edilmeleri ve etkilenmeleri daha zordur, başarı ve onay isteme ile elde etme arasında bir çatışma yaşamazlar, mutlu ve başarılı bir hayata pozitif bir tepki verirler, tutarlı, istikrarlı ve bütüncül bir benlik kavramına sahiptirler, kendine pay çıkaran güdüsel yönelime sahiptirler.

Sonuç olarak bu noktada sormamız gerekiyor; insanların neden kendilerine saygı duymaya ihtiyaçları vardır? 

Birincisi bu iyi hissetmeyi sağlar. 

Başka bir iç karartıcı açıklaması ise “ölüm korkusu”nu yenmek ve hayata karşı pozitif bir tutum takınmak için.

Uzmanlara göre özsaygısı düşük insanlardaki “ölüm korkusu” insanların karşı karşıya kaldıkları en büyük tehdittir. 

Bu yüzden bazı terör kuramlarında terörün, ölüme karşı kişide bir “özsaygı” ve “ölümsüzlük duygusu” yarattığı fikri yabana atılır gibi değil.

Hatta Franz Fanon’un “İlk Kurşun Teorisi” de doğrudan bu durum ile alâkalıdır; militan, otoriteye ilk kurşununu sıktığında kendi ezik, sinik ve korkak kişiliğini de öldürmüş olur.

Avrupa’daki İntihar Eylemleri Bağlamında Terör

Beden, bazı fiziksel olanaklarla sınırlandırılmıştır. Fakat “kendilik” ideali (Self), hissiyat olarak beden sınırlarının dışına taşarak “hayaller” ve “fanteziler” yoluyla çeşitli manevi motivasyonlarla ve örgütsel/grupsal tamamlayıcılarla bağlantı kurar.

Prof. Dr. Abdülkadir Çevik’e göre; ergenlik döneminde bu tür bağlantılar aracılığıyla “örgüt” ve “grup” aidiyeti duygusu pekişen kişi, örgüt/grup içerisinde “benlik ideali” yönünden kişiliğindeki boşlukları doldurur. 

Artık birey kendini örgütün/grubun benlik idealiyle bir bütün olarak görür. 

Bu durumda, grup/örgüt kimliği bireyin kişisel kimliğinin üstüne çıkar.

Örgüt/grup kimliğinin baskınlığı sonucunda kişiler, örgüt/grup kimliğinin devamı ve yaşaması için kendi kişisel kimliklerini ikinci plana atabilirler. 

Böylece bir psikolojinin sonucu olarak bireyler kendi grupları için ölmeye ve öldürmeye hazır bir hale gelirler.

Çocukluktan itibaren çevresel etkenler ve medya aracılığıyla iletilen mesajlarla “biz” ve “onlar”, “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” ayrımlarıyla diğerlerinden ayrışan kişi, “kültürel semboller”, “müzik/marş”, “bayrak”, “yiyecek” ve “dil/ideoloji” özellikleri gibi tamamlayıcılarla örgüt/grup üyeliği boyunca duygusal açıdan güçlendirilirler.

Telkine açık ve uyumlu bu; çoğu zaman çeşitli kimyasalların da yardımıyla geçmiş ile olan bağları kopartılan kişiler, zaman içerisinde yeni bir bilinç kazanarak verili kişilik ve “persona” değerlerine uygun davranmaya başlayarak birer ölüm makinesine dönüşebilirler.

Tam da bu noktada hatırlamamız gerekecek ki “anima” ya da “animus” genel anlamda kolektif bilinçaltıyla iletişim kurmamızı sağlayan arketiptir. 

Aynı zamanda belirli yoğun duyguları yaşayabilmemizin de sorumlusudur. 

Biz, bir antik Yunan efsanesinde söylenildiği gibi; “Tanrıların bizden aldığı diğer yarımızı” arar dururuz. 

Dolayısıyla zihnimizdeki “anima” ya da “animus” arketipine oldukça uyan (ya da bilinçdışına yerleştirilen) bir durumla karşılaştığımızda hemen benimser ve uyum sağlarız. 

Bu da demek oluyor ki telkine açık bir zihne kazandırılan yeni “anima” ya da “animus” ve “ulvi amaçlar” etrafında bir araya gelmek, kişinin uyum sağlayarak ruhunda eksik parçalarını doldurduğu birer mahfuz ve yetersiz özsaygı için gereken rezervuar olabilmektedir.

Örneğin; “2016 yapımı Assassin’s Creed adlı filmde, genetik kodunun kilidini kırması ile atalarının hatıralarına erişim sağlayabilen Callum Lynch, 15. yüzyıl İspanya’sında yaşayan atası Aguilar’ın maceralarını kendi hafızalarında yer alacak kadar canlı bir şekilde deneyimler. Gizli bir topluluk olan Suikastçiler’in soyundan geldiğini öğrenen genç adam yeni kazandığı beceriler ile baskıcı ve güçlü organizasyon Templer’ın karşısına çıkar. Callum, günümüzde de varolan Templar organizasyonunu alt etmek için geçmişindeki bilgi ve tecrübesini kullanır.”

Aslında her insan vahşete, ölüme ve öldürmeye doğuştan gelen bazı yatkınlıklar taşır. 

Teröristlerin kolayca insan öldürebilmesinin en makul açıklaması sadece onların telkine açık olmaları, özsaygıya aç olmaları değil, aynı zamanda bunu “bir şey olabilmek için” gerçekten istiyor olmalarıdır da. 

1986'da UNESCO raporuna dayanarak kabul edilen Seville Bildirisi'ne göre; insanın doğasında savaş yoktu, savaşı hayvanlardan öğrendi. Dolayısıyla bugün kimilerine göre meşru, kimilerine göre gayri meşru bir politika yöntemi ve silahlı eylem biçimi olarak terör de siyasetteki yeri bakımından devletler kadar eski ve tarihseldir. 

Bu anlamda, yönetmen Philippe Haim’in yönettiği 2008 yapımı “Secret Défense” filmi üzerine düşülmeyi hak eden, sokaktan eyleme terör olgusunu irdeliyor, önerilir.

.

Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com

Her insan ortalama bir “benlik” ve “kişilik” algısına sahiptir ve bu “benlik” algısı, sembolik olarak diğer insanlarla etkileşimimizden kaynaklanır ve tecessüm eder. Kısacası bizleri belirleyen biraz da diğerleri ile olan ilişkilerimizdir.

Toplumun sembolik düzeyde üzerinde bir uzlaşı ile temsili de toplumsal düzeyde bir “rol” üstlenmemiz ve kendimizi başkalarının bizi gördüğü gibi görmemizle gerçekleşir. 

Bir başkasının rolünü üzerimize almamız yoluyla inşa edilen bir “benlik” düzeyi, aynı zamanda bizim toplumsal yönümüzü de oluşturur. 

Fakat genelde insanlar kendilerini, başkalarının onları gördüğü gibi görme eğiliminde değillerdir. 

Genel olarak insanlar kendilerini, başkalarının onları nasıl gördüklerini sanıyorlarsa öyle görme eğilimindedir. 

Dolayısıyla kendimizi bir ayna yardımı ile görmemiz gibi değil durum. 

Kendimizi bir başkasının gözünden nasıl görmek istiyorsak öyle görüyoruz çoğu zaman, yani işimize geldiği gibi.

Bazen iyi yönlerini aşırı abartma eğiliminde olan özsaygısı aşırı yüksek veya aşırı düşük insanlar, doğru ve sağlıklı bir benlik algısına sahip olmakta güçlük yaşıyorlar ve bu da beraberinde pek çok sorunu getiriyor. 

Uzmanlar bu durumun dahil olunun grubun toplumsal bağları, saygınlığı ve statüsü ile de alakalı olduğunu düşünüyorlar. 

Örneğin; ‘damgalanmış bir toplumsal grubun üyeleri, o grup üyeliğinin özsaygıyla ilintili sonuçlarından kaçınmaktadırlar’.

1993’te Strauman, Lemieux ve Coe gibi araştırmacılar, insanlara gerçek benlikleri ile ideal, olması gereken benlikleri arasındaki farkları hatırlattığında, dolaşım sistemlerinde bulunan ve insanı kansere, enfeksiyonlara karşı koruyan doğal savunma hücrelerinin aktivite düzeyinin düştüğünü gözlemlemişlerdir.  

Yaşça küçük, dezavantajlı bireylerin kendi gerçek ve ideal benlikleri arasında çatışmalar yaşamaları doğal ve normal bir durum olarak karşılanıyor. 

Yaş ilerledikçe bu sorunun çözümü için çeşitli önerilerde bulunulur.

Örneğin; -kendilerine zarar verecek gruplar arası karşılaştırma yapmaktan kaçınmaları, -çoğunluk grubuyla görece daha eşit bir statüye kavuşmak için başka bir iç grup üyelerine katılmaları, -kendilerine bir özgünlük ve olumluluk duygusu kazandıracak iç grup özelliklerini (dil ve kültür) geliştirmeleri, gibi. 

Belki duymuşsunuzdur; 1964’te ABD’de siyahiler için bir dönüm noktası olan meşhur Brown-Topeka Eğitim Bakanlığı (Brown v. Board of Education) davası görüldü. 

Bu davada tanık olarak dinlenen araştırmacı Kenneth Clark, ABD’deki tüm okullardaki siyah-beyaz ayrımının yasaklanmasını öngören hukuki kararın alınmasına ve ABD’deki sivil haklar hareketinin meşruiyet kazanmasını sağladı.

Clark’ın araştırması kısaca şöyleydi; beyaz ve Afroamerikan çocuklara siyah ve beyaz ırktan oyuncak bebekler gösterildi. Sonuçlar ise, beyaz çocukların beyaz bebekleri tercih ettiği, Afroamerikan çocukların da yine beyaz bebekleri tercih ettikleri yönündeydi. Beyaz tenin koyu tene olan üstünlüğüyle bu araştırma, Afroamerikan çocukların öz-saygılarının düşük olduğunu göstermişti.

Özsaygısı düşük insanlar; günlük olayların etkisine kolay kapılırlar, ruh hallerinde ve duygularında gel-gitler olur, esnek ve yumuşaktırlar, kolayca ikna edilir ve etki altına alınırlar, başarı ve onay isterler ama bunları elde etme konusunda kuşkuludurlar, mutlu ve başarılı bir hayata negatif tepki verirler, dağınık, tutarsız ve istikrarsız bir benlik kavramına sahiptirler, kendini koruyan güdüsel savunmacı yönelime sahiptirler. 

Özsaygısı yüksek insanlar ise; başarısızlık karşısında inatçı ve ısrarcıdırlar, duygusal olarak istikrarlıdırlar, daha az esnek ve daha az uysaldırlar, ikna edilmeleri ve etkilenmeleri daha zordur, başarı ve onay isteme ile elde etme arasında bir çatışma yaşamazlar, mutlu ve başarılı bir hayata pozitif bir tepki verirler, tutarlı, istikrarlı ve bütüncül bir benlik kavramına sahiptirler, kendine pay çıkaran güdüsel yönelime sahiptirler.

Sonuç olarak bu noktada sormamız gerekiyor; insanların neden kendilerine saygı duymaya ihtiyaçları vardır? 

Birincisi bu iyi hissetmeyi sağlar. 

Başka bir iç karartıcı açıklaması ise “ölüm korkusu”nu yenmek ve hayata karşı pozitif bir tutum takınmak için.

Uzmanlara göre özsaygısı düşük insanlardaki “ölüm korkusu” insanların karşı karşıya kaldıkları en büyük tehdittir. 

Bu yüzden bazı terör kuramlarında terörün, ölüme karşı kişide bir “özsaygı” ve “ölümsüzlük duygusu” yarattığı fikri yabana atılır gibi değil.

Hatta Franz Fanon’un “İlk Kurşun Teorisi” de doğrudan bu durum ile alâkalıdır; militan, otoriteye ilk kurşununu sıktığında kendi ezik, sinik ve korkak kişiliğini de öldürmüş olur.

Avrupa’daki İntihar Eylemleri Bağlamında Terör

Beden, bazı fiziksel olanaklarla sınırlandırılmıştır. Fakat “kendilik” ideali (Self), hissiyat olarak beden sınırlarının dışına taşarak “hayaller” ve “fanteziler” yoluyla çeşitli manevi motivasyonlarla ve örgütsel/grupsal tamamlayıcılarla bağlantı kurar.

Prof. Dr. Abdülkadir Çevik’e göre; ergenlik döneminde bu tür bağlantılar aracılığıyla “örgüt” ve “grup” aidiyeti duygusu pekişen kişi, örgüt/grup içerisinde “benlik ideali” yönünden kişiliğindeki boşlukları doldurur. 

Artık birey kendini örgütün/grubun benlik idealiyle bir bütün olarak görür. 

Bu durumda, grup/örgüt kimliği bireyin kişisel kimliğinin üstüne çıkar.

Örgüt/grup kimliğinin baskınlığı sonucunda kişiler, örgüt/grup kimliğinin devamı ve yaşaması için kendi kişisel kimliklerini ikinci plana atabilirler. 

Böylece bir psikolojinin sonucu olarak bireyler kendi grupları için ölmeye ve öldürmeye hazır bir hale gelirler.

Çocukluktan itibaren çevresel etkenler ve medya aracılığıyla iletilen mesajlarla “biz” ve “onlar”, “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” ayrımlarıyla diğerlerinden ayrışan kişi, “kültürel semboller”, “müzik/marş”, “bayrak”, “yiyecek” ve “dil/ideoloji” özellikleri gibi tamamlayıcılarla örgüt/grup üyeliği boyunca duygusal açıdan güçlendirilirler.

Telkine açık ve uyumlu bu; çoğu zaman çeşitli kimyasalların da yardımıyla geçmiş ile olan bağları kopartılan kişiler, zaman içerisinde yeni bir bilinç kazanarak verili kişilik ve “persona” değerlerine uygun davranmaya başlayarak birer ölüm makinesine dönüşebilirler.

Tam da bu noktada hatırlamamız gerekecek ki “anima” ya da “animus” genel anlamda kolektif bilinçaltıyla iletişim kurmamızı sağlayan arketiptir. 

Aynı zamanda belirli yoğun duyguları yaşayabilmemizin de sorumlusudur. 

Biz, bir antik Yunan efsanesinde söylenildiği gibi; “Tanrıların bizden aldığı diğer yarımızı” arar dururuz. 

Dolayısıyla zihnimizdeki “anima” ya da “animus” arketipine oldukça uyan (ya da bilinçdışına yerleştirilen) bir durumla karşılaştığımızda hemen benimser ve uyum sağlarız. 

Bu da demek oluyor ki telkine açık bir zihne kazandırılan yeni “anima” ya da “animus” ve “ulvi amaçlar” etrafında bir araya gelmek, kişinin uyum sağlayarak ruhunda eksik parçalarını doldurduğu birer mahfuz ve yetersiz özsaygı için gereken rezervuar olabilmektedir.

Örneğin; “2016 yapımı Assassin’s Creed adlı filmde, genetik kodunun kilidini kırması ile atalarının hatıralarına erişim sağlayabilen Callum Lynch, 15. yüzyıl İspanya’sında yaşayan atası Aguilar’ın maceralarını kendi hafızalarında yer alacak kadar canlı bir şekilde deneyimler. Gizli bir topluluk olan Suikastçiler’in soyundan geldiğini öğrenen genç adam yeni kazandığı beceriler ile baskıcı ve güçlü organizasyon Templer’ın karşısına çıkar. Callum, günümüzde de varolan Templar organizasyonunu alt etmek için geçmişindeki bilgi ve tecrübesini kullanır.”

Aslında her insan vahşete, ölüme ve öldürmeye doğuştan gelen bazı yatkınlıklar taşır. 

Teröristlerin kolayca insan öldürebilmesinin en makul açıklaması sadece onların telkine açık olmaları, özsaygıya aç olmaları değil, aynı zamanda bunu “bir şey olabilmek için” gerçekten istiyor olmalarıdır da. 

1986'da UNESCO raporuna dayanarak kabul edilen Seville Bildirisi'ne göre; insanın doğasında savaş yoktu, savaşı hayvanlardan öğrendi. Dolayısıyla bugün kimilerine göre meşru, kimilerine göre gayri meşru bir politika yöntemi ve silahlı eylem biçimi olarak terör de siyasetteki yeri bakımından devletler kadar eski ve tarihseldir. 

Bu anlamda, yönetmen Philippe Haim’in yönettiği 2008 yapımı “Secret Défense” filmi üzerine düşülmeyi hak eden, sokaktan eyleme terör olgusunu irdeliyor, önerilir.

.

Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com