Hz. Muhammed’i (sav), Fatih Sultan Mehmet’i ve Gazi Mustafa Kemal’i anlamak ve onlar gibi düşünebilmek
Hz. Muhammed’i (sav), Fatih Sultan Mehmet’i ve Gazi Mustafa Kemal’i anlamak ve onlar gibi düşünebilmek
- 13-01-2020 09:02
- 1566
- 13-01-2020 09:02
- 1566
Fatih Sultan Mehmet, Doğu Roma İmparatorluğunu aldıktan sonra;
- Neden kendisini ‘’KEİSER AL-RUM’’ olarak ilan etti?
- Rumların inançlarına saygılı olduğunu ve inançlarında hiçbir zorlama ile karşılaşmayacaklarını deklare etmesi ile birlikte, bir arada yaşama kültürünü benimseterek Sulh etmeyi nasıl başarmıştır?
Bu soruların ışığında konumuza devam edelim…
Konuyu LAİKLİK üzerinden, yani “din işleri ile devlet işlerinin ayrı ayrı kulvarlarda ilerlemesi gerektiği” açısından işleyerek değerlendirmek elzemdir diye düşünmekteyim.
Çünkü;
İstanbul alınmadan önce Osmanlı Devleti, her ne kadar çok etkili bir devlet olmuş olsa da ulaşamadığı ve adalet götüremediği bölgelerdeki insanların da tüm insanlığın birer parçası oldukları düşüncesini taşımakta idi.
Bu düşünce, Osmanlı’nın akıl yapısını çok daha kapsayıcı olma yolunda tetikleyici en etkili unsur olarak görülmesi gerekmektedir.
“Osmanlı, laikliği sistem olarak yerleştirmeye gayret ediyordu fakat çıkar odakları buna direniyorlardı”
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte, sistemin dönüşme gayretleri devam etmekle birlikte kesintiye uğratılmadan başarılı bir şekilde LAİKLİK hayatımıza büyük ölçüde yerleşmiştir.
“Din, hayatın her alanını kaplamalıdır ve buna Devlet de dahildir” diyen bir bakış açısı vardır ki bunların tüm iddiaları İktidarı ellerinde tutarak, devletin “Dini Saikler” ile yönetilmesinin devamını istemekte olanlardır.
Aslında LAİKLİK,
İstanbul’un alınmasının akabinde Fatih’in kendisini her iki toplumun da önderi olarak ilan etmesi, Müslümanlar ve Ortodoks Hristiyanlar’ın bir arada yaşayabilmesini mümkün kılabilmek adına Din ve Devlet işlerinin ayrılmasını gerekli kılmaktaydı.
Çünkü “Önder” olabilmek eşit mesafede durmayı gerektiriyordu!..
Aslında bu “Akıl yapısı”, Türklüğün merkezine yerleşmiş bir idare şeklidir. “Asla Din ile Devlet işleri birbirlerine karıştırılamaz” iradesi, bozulamaz bir kanundur Türk töresinde.
Din;
İnsanlığın Manevi alanını düzenleyen ve maddiyat ile kesinlikle alakası olmaması gereken bir ahlaki iç çerçevedir.
Devlet;
İnsanlığın maddi alanını düzenleyen ve hayatın hediye ettiği hakların eşit dağılımını adaletli bir şekilde koordine eden mekanizmadır.
Görüldüğü gibi, her iki alan da birbirlerine rakip değil, birisi bir diğerinin tamamlayıcısı olarak işlemektedir.
“Adalet”, ahlaklı olmayı tetiklediği gibi, “Ahlâk” da Adaletli olmayı tetiklemektedir.
Cumhuriyet ile birlikte, din ve devlet işlerinin ayrılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması ile devam ettirilmek istenmiştir.
İkili sacayağının devlet tarafı, üzerine düşen görevi hakkı ile yerine getirmeye -aksaklıkları olsa da- çalışmıştır.
Bu konuda, Diyanet İşleri Başkanlığı’na büyük sorumluluk düşmektedir.
Şayet bu alanı Diyanet İşleri Başkanlığı, hakkı ile dolduramaz ise yerini dolduracak ve dış dünyanın kullanışına elverişli benzer başka yapılar ortalığa saçılacaktır.
Bugün tüm İslam aleminin yaşadığı ayrışmalar ve çatışmaların sebebi;
Din işlerinin (Diyanetin) yerini hakkı ile dolduramamış olmasından kaynaklı oluşan boş alanların, “Uzman” olmayanlar tarafından doldurulması ile yaşanılan çarpıklıklar olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
- Devlet boyutu, kendi varlığını taşıyan oluşuma eksikleri ile de olsa ulaştı.
- Din boyutu ise doğru bir (sistem) düzeneği gerçekleştiremediği için din alanında rekabetler ve hatta çatışmalar gündeme geldi.
Her zaman olduğu gibi hata, yanlış ve eksiklerimizin başkaları tarafından yapıldığını iddia eden “masum rolünü oynayan kronik hastalık” nüksetmeye devam etmektedir.
Kadim Türk akıl ve düşünce sistematiği, yapması gerekenleri tek-tek hayata geçirip sistemini kurarken, kendi kulvarında başat ilerlemesi gereken Din (diyanet) işlerinin neden geri kaldığını kendilerinin sorgulaması gerekmektedir.
Ahlaki erozyonun yaşanması ile birlikte karşılaşılan aksaklıklar ve topallamaların vebalini kaldıramaz kimse…
İnsanlığa adaleti hediye edebilmek adına;
Peygamber’in (sav) gösterdiği (işaret ettiği hedef) yolda, Fatih Sultan Mehmet’in açtığı Çağ’da, Gazi Mustafa Kemal’in kurduğu sistemde, hiç durmadan yürüyeceğine kimler AND içebilir!..
Herkesin kendi uzmanlık alanlarını kendi sınırları içerisinde hakkı ile temsil edebildiği bir dünya kurulması dileği ile…
.
Ali Karani, dikGAZETE.com
Fatih Sultan Mehmet, Doğu Roma İmparatorluğunu aldıktan sonra;
- Neden kendisini ‘’KEİSER AL-RUM’’ olarak ilan etti?
- Rumların inançlarına saygılı olduğunu ve inançlarında hiçbir zorlama ile karşılaşmayacaklarını deklare etmesi ile birlikte, bir arada yaşama kültürünü benimseterek Sulh etmeyi nasıl başarmıştır?
Bu soruların ışığında konumuza devam edelim…
Konuyu LAİKLİK üzerinden, yani “din işleri ile devlet işlerinin ayrı ayrı kulvarlarda ilerlemesi gerektiği” açısından işleyerek değerlendirmek elzemdir diye düşünmekteyim.
Çünkü;
İstanbul alınmadan önce Osmanlı Devleti, her ne kadar çok etkili bir devlet olmuş olsa da ulaşamadığı ve adalet götüremediği bölgelerdeki insanların da tüm insanlığın birer parçası oldukları düşüncesini taşımakta idi.
Bu düşünce, Osmanlı’nın akıl yapısını çok daha kapsayıcı olma yolunda tetikleyici en etkili unsur olarak görülmesi gerekmektedir.
“Osmanlı, laikliği sistem olarak yerleştirmeye gayret ediyordu fakat çıkar odakları buna direniyorlardı”
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte, sistemin dönüşme gayretleri devam etmekle birlikte kesintiye uğratılmadan başarılı bir şekilde LAİKLİK hayatımıza büyük ölçüde yerleşmiştir.
“Din, hayatın her alanını kaplamalıdır ve buna Devlet de dahildir” diyen bir bakış açısı vardır ki bunların tüm iddiaları İktidarı ellerinde tutarak, devletin “Dini Saikler” ile yönetilmesinin devamını istemekte olanlardır.
Aslında LAİKLİK,
İstanbul’un alınmasının akabinde Fatih’in kendisini her iki toplumun da önderi olarak ilan etmesi, Müslümanlar ve Ortodoks Hristiyanlar’ın bir arada yaşayabilmesini mümkün kılabilmek adına Din ve Devlet işlerinin ayrılmasını gerekli kılmaktaydı.
Çünkü “Önder” olabilmek eşit mesafede durmayı gerektiriyordu!..
Aslında bu “Akıl yapısı”, Türklüğün merkezine yerleşmiş bir idare şeklidir. “Asla Din ile Devlet işleri birbirlerine karıştırılamaz” iradesi, bozulamaz bir kanundur Türk töresinde.
Din;
İnsanlığın Manevi alanını düzenleyen ve maddiyat ile kesinlikle alakası olmaması gereken bir ahlaki iç çerçevedir.
Devlet;
İnsanlığın maddi alanını düzenleyen ve hayatın hediye ettiği hakların eşit dağılımını adaletli bir şekilde koordine eden mekanizmadır.
Görüldüğü gibi, her iki alan da birbirlerine rakip değil, birisi bir diğerinin tamamlayıcısı olarak işlemektedir.
“Adalet”, ahlaklı olmayı tetiklediği gibi, “Ahlâk” da Adaletli olmayı tetiklemektedir.
Cumhuriyet ile birlikte, din ve devlet işlerinin ayrılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması ile devam ettirilmek istenmiştir.
İkili sacayağının devlet tarafı, üzerine düşen görevi hakkı ile yerine getirmeye -aksaklıkları olsa da- çalışmıştır.
Bu konuda, Diyanet İşleri Başkanlığı’na büyük sorumluluk düşmektedir.
Şayet bu alanı Diyanet İşleri Başkanlığı, hakkı ile dolduramaz ise yerini dolduracak ve dış dünyanın kullanışına elverişli benzer başka yapılar ortalığa saçılacaktır.
Bugün tüm İslam aleminin yaşadığı ayrışmalar ve çatışmaların sebebi;
Din işlerinin (Diyanetin) yerini hakkı ile dolduramamış olmasından kaynaklı oluşan boş alanların, “Uzman” olmayanlar tarafından doldurulması ile yaşanılan çarpıklıklar olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
- Devlet boyutu, kendi varlığını taşıyan oluşuma eksikleri ile de olsa ulaştı.
- Din boyutu ise doğru bir (sistem) düzeneği gerçekleştiremediği için din alanında rekabetler ve hatta çatışmalar gündeme geldi.
Her zaman olduğu gibi hata, yanlış ve eksiklerimizin başkaları tarafından yapıldığını iddia eden “masum rolünü oynayan kronik hastalık” nüksetmeye devam etmektedir.
Kadim Türk akıl ve düşünce sistematiği, yapması gerekenleri tek-tek hayata geçirip sistemini kurarken, kendi kulvarında başat ilerlemesi gereken Din (diyanet) işlerinin neden geri kaldığını kendilerinin sorgulaması gerekmektedir.
Ahlaki erozyonun yaşanması ile birlikte karşılaşılan aksaklıklar ve topallamaların vebalini kaldıramaz kimse…
İnsanlığa adaleti hediye edebilmek adına;
Peygamber’in (sav) gösterdiği (işaret ettiği hedef) yolda, Fatih Sultan Mehmet’in açtığı Çağ’da, Gazi Mustafa Kemal’in kurduğu sistemde, hiç durmadan yürüyeceğine kimler AND içebilir!..
Herkesin kendi uzmanlık alanlarını kendi sınırları içerisinde hakkı ile temsil edebildiği bir dünya kurulması dileği ile…
.
Ali Karani, dikGAZETE.com