- 22-06-2025 04:40
- 901

Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!
MOSKOVA
Hayatın taşında, toprağında eski bir kelamın yankısı kulaklarımızda tın-tın çalıyor… Yunus Emre’ye götürüyor bizi bu yankı: “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.” Nitekim, bu söz, her anlamda günümüz insanının ve modern devletlerin karşı karşıya kaldığı en büyük çıkmazlardan birini özetler durumda…
İnsan bugünün hengamesinde, mülke, makama, hırsa, yalan bir refaha ruhunu amade ettikçe, kederin ve pişmanlığın da en büyüğüyle baş başa kalır. Çünkü “dert” dediğimiz yük, adeta bulunduğu omuzun kuvvetine göre ağırlaşır. Dünya ise omuzda taşınacak bir değirmen taşı değildir; zira onun ağırlığı nice ruhu ezdiği gibi, akılları ise bir-kaç parçaya böler… Dünyaya dair kaygılar yüreğimizi yakıp kavururken, bu yükün ağırlığı altında zaman zaman ezildiğinizi hissettiğiniz oldu mu hiç?
Bugün dünyaya bakıyorum da; mazlum coğrafyalarda, adalet ve huzura hasret milyonlarca insan var. Devlet, tarihin bu geçitlerinde, bir yönüyle bir tarafın gururu, diğer yanıyla ise mazlumların umudu olma rolünü devam ettirmektedir. Afganistan’da, Suriye’de, Gazze’de, Karabağ’da, İran’da, Orta Asya’da, Afrika’da ve daha nice coğrafyada gözyaşıyla, acıyla yoğrulmuş hikâyelere dokunmak… Her yaraya merhem olmak, her öksüze ağabeylik etmek… Fakat bu gayretin merkezinde gerçek bir mücadele ruhu, yani insanlığa hürmet var mıdır? Yoksa hakikati gizleyerek pazarlık konusu yapanlar, diğer yandan ona-buna “fetöcü” deyip, “vatan haini” ilan edenler, sözde “her yaraya merhem olur” gibi görünüp “refah”ın peşinden koşan/koşturan “dünya dertlisi” yetki(li) vatandaşlar olmasın?
Sahte bir refahın peşinden koşanları görürken asıl kaybedenin yine “insanlık” olduğunu görebiliyor muyuz?
Dünyayı kendine “dert” eden insan ve devletler; efkârının dehşetinde, çareyi ararken dertle büyür, dertle küçülürler. İşin sonunda ise genelde dünyanın büyüklüğünde yine o dertlerle baş başa kalırlar. Niyet “güzel”, vicdan “rahatlatıcı” ama ağırlık “tarifsiz” … Çoğu zaman ise bu insanlar “asıl” mücadelede yer almazlar, yalnızca “var” olduklarını sanırlar. Kendileri için bir pay ararken, paylaştıkları tek şey -ekseriyetle- derdin “büyüklüğü” dür.
İnsanın asıl derdi yalnızca dünyadan ibaretse, vakit ve değerler arasında kopan bağı fark edemez. Mazlumun yarasına dokunamaz, adaletin peşinde yürüyemez, kendini iyiliğe ve iyilik saçmaya adayanlarla omuz omuza olamaz. Bu gibi kişileri hayatınızda sıkça görürsünüz; genelde ona-buna “vatan haini”, “amerikancı”, “almancı”, “Rus ajanı” ya da “fetöcü” derler, kendilerini ön plana çıkartıp sizi basitleştirirler; önemsizleştirdikçe önemsizleştirirler, yok etmektir amaçları “iyiliği” ve “yapay”dır zekâları…
Buradaki en büyük tehlike, gerçek başarıları elde edenleri, azmi ve zekasıyla dikkat çekenleri kasıtlı bir şekilde “değersizleştirme” ve “itibarsızlaştırma” çabasıdır. Bu, işin hem korkunç hem de üzücü yanıdır. Ama bu ne bir “düşünce” hareketinin ne de bir “başarı”nın temsilcisi olabilir. Tam aksine, başaramadıkları, ait olamadıkları, kazanamadıkları için, başaranı, üreteni, ülkesine ve kendine güveneni küçümseyen, itibarsızlaştıran, hakikatin üstüne “sis perdesi” çekmeye uğraşan “yalnızca dünyayı kendine dert” etmiş bir “beceriksizlikler” topluluğudur. Değersizliklerini “örgütsel” bir bilinçle “değerli” olarak sunma çabası, gerçeğin en hızlı şekilde dönüştüğü ve unutulduğu bir alan olarak, uluslararası arenada kendilerine yeni bir alan yaratma girişimleri ise; evet belki de en büyük diğer tehlike budur… Ancak, hayatın ve tarihin gerçekleri, zamanı geldiğinde tüm “sis bulutlarını” dağıtır… Çünkü “dünya” için yola çıkan insanın yolculuğu, er ya da geç onu “cesediyle”, yani bedeniyle baş başa kalacağı bir “yalnızlıkla” yüzleşmeye zorlayacaktır…
Sorgusuz “bağlılık” ve “yeni kimlikler” arasında salınan bu kişiler, gerçek hayatta bir yere gelememiş, başkalarıyla rekabet edebilecek donanım ve cesaretten yoksun olanların ortak çaresizliğiyle bir aradadırlar. Çünkü, insan dünyanın peşinden koşarken kendi iç dünyasının sesine yabancılaşır. Oysa ki gerçek iyilik, dünyaya değil; ruha aittir.
Evet; sadece “dünya” için yolda yürüyen insanın yolculuğu, er ya da geç yalnızlığa varır… Ki asıl yolculuk, evrensel bir vicdana, ortak bir merhamete doğru açılmak olmalıdır. Dünya büyüklüğünde dertlerle değil, insan olmanın derinliğinde ve bilincinde; yani hakikatin, adaletin ve iyiliğin fedakâr yolunda yürümektir. E tabii, nasip işi; kimini Sultan yapar, kimini susuz bir ‘Kuyu’ya atar; siz neticeye bakın…
Özetle; “dert”, insanı yüceltmezse, girdabında yer-yutar adamı. Kiminle yürüdüğünüz, neyin uğruna mücadele ettiğiniz ve hangi değerler peşinde koştuğunuz; işte insanı insan yapan tek gerçek budur.
İnsanoğlu, dram da olsa, mutluluk da olsa, acı da çekse, kaybetse veya kazansa da bu onun dünyada “kiracı” olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Bu kiracılığın sonu ise dünyayı terk etmekle son bulacaktır. Yani, hiçbir insan sonsuza kadar bir toprağa, “dünya”ya sahip olamayacaktır. Oysa “toprak” tüm insanlığı bağrına basmıştır…
Asıl olan bu dünyanın belli bir döneminde ve zaman diliminde nerede, nasıl ve hangi amaçla durduğunuzdur.
Evet, derdi dünya olanın dünya kadar derdi olduğu doğrudur; üstelik tarih gösteriyor ki, insanlığı ileriye taşıyan -bu yukarıdaki cümlede- geçen “dünya dertlisi” insan profili değil; aksine “dertli insan” profilidir... Ve günün sonunda böyle bir “dertli insan” profili için en büyük huzur, ne kadar derdin içinde de olsa, gönül rahatlığı ve iyiye ulaşmak için verilen mücadelede saklıdır.
Bu mücadeleyi anlamalarını beklemeyip, huzurun peşinden koşanlara…