Kendi meydanında uyanmak

Kendi meydanında uyanmak

Kendi meydanında uyanmak

MOSKOVA 

Bazı şiirler vardır, yalnızca bir dizesinde koca bir âlemi, bir ömrü ve bir hakikati saklar… Sözleri, adeta insan ruhunun derinliklerine işlenmiş bir mühür gibidir. Şeyh Abdülehad Nûrî’nin “Bugün başını merdâne koyan gelsin bu meydâne…” diye seslendiği şiiri, işte böylesi türden bir çağrıdır. Bu çağrı, yalnızca kelimelere değil; ilahi hakikatin kendisine, yani insanın özüne bir davettir. Bu “meydan”, taşlardan örülmüş bir alan değil; ruhun sahnesidir. İnsanın içinde yankılanan, semâdan gelen o sessiz çağrının duyulduğu bir “” âlemdir. Ve Nûrî’nin meydanı, madde âleminden sıyrılıp, manaya varanların buluşma noktasıdır.

Şairin eşsiz dizeleriyle şöyle başlar bu yolculuk: Semâdan sırr-ı tevhîdi duyan gelsin bu meydâne…(*) Nitekim, “tevhid”, varoluşun özünde saklı bir sırdır. Kâinatın her zerresinde yankılanan birliği, bir kuşun kanat çırpışında, bir yaprağın titremesinde, bir su damlasının akışında duyabilmek; evet işte budur hakikat… Fakat bu sesi işitebilmek, yalnızca kulakların değil; insanın gönlünün uyanık olmasıyla mümkündür. Ancak gel gör ki; bugün, dünya o kadar çok sesle dolup taşmıştır ki semâdan gelen böyle bir ilahi çağrıyı işitmek neredeyse bir mucize haline gelmiştir. Gürültüler, kargaşalar ve sahte ışıklar arasında insanın ruhu sağırlaşmış, gözleri ise körleşmiştir. Oysa şair her ne kadar bu sesi duymanın yolunu göstermiş olsa da biz bunu pek idrak edememişiz: Derûn içre bugün Allah diyen gelsin bu meydâne…

Derûn… İç dünya… Ne büyük bir kelime! Zira, hakikat arayışı, insanın yolculuğundan geçer. Dış dünyanın süsleri ve aldatıcı gölgeleri arasında “esası” bulmak mümkün değildir. Derûn, sessizliğin konuştuğu, kalbin işittiği bir mekândır. Öyle ki, Nûrî, bizi bu meydanda hakikatin sırrını duymaya çağırmaktadır. Bu “meydan” ise bilenlerin, görenlerin ve işitenlerin yeridir. Ve işitmek için önce susmayı öğrenmek lazım gelir. Çünkü sessizlik, yalnızca bir boşluk değil; hakikatin yankı bulduğu en saf mekândır.

Şairin dizelerinde: Görenler nûr-ı Gaffâr’ı duyanlar sırr-ı Settâr’ı… dediği yerde Nûrî, Allah’ın iki sıfatını nazara vermiştir: Gaffâr, yani affeden; Settâr, yani örten. Çünkü, bu iki sıfat, insanın kendi karanlıklarına ışık tutmaktadır. Nitekim insan, kusurlarıyla, hatalarıyla ve zaaflarıyla kendi karanlığını yaratan bir varlıktır. “İnsanın içi”, bu kusurlarla kirlenir de bir süre sonra görünmez hale gelir... Ancak affeden ve örten bir Rabbin nûru, o insanı ve içindekini olduğu gibi temizleyerek hakikati ortaya çıkartabilir.  İnsanın kendi içini görmek de cesaret ister, çünkü o aynadır; insan, bu aynada yalnızca kendisini değil, aynı zamanda hakikatin bir yansımasını da görür. Ve her yansıma, insanın kendi gölgelerini ortaya çıkarır.

O halde sorarlar adama: içimizdeki “insan” ne halde? İnsan, kendi içini görebilecek kadar cesur mudur? Hakikati arayanın ilk yapması gereken işte budur: kendi içindekini görmek, üzerindeki tozu temizlemek, karanlığı aydınlatmak... Öyle ama, bu pek de kolay bir iş değildir. Gerçekle yüzleşmek, insanın kendine en zor gelen olaylarından biri, malum... Çünkü insanın “kendi” içini görmesi, işin özünde “kendini” görmesi demektir. Kendi içindeki gerçeği görebilmek, insanın ruhunu arındıran bir ilk adımdır. İşte Nûrî’nin meydanı, bu cesareti gösterenlerin yeri... Görebilenlerin ve duyabilenlerin meydanı… Bu meydan, sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerdir: ne bir taş ne bir sınır… İnsanın iç dünyasının derinliklerinde saklı bir boşluk ve bir huzur vadisidir. Bu meydan, yalnızca hakikati arayanların ayak basabileceği bir zemin, yalnızca gönlün samimiyetle secde edebileceği bir sahnedir.

Ancak görmek ve duymak yetmez. Nûrî’nin meydanı, aynı zamanda bir “teslimiyet” meydanıdır. Şairin dizelerinde ise bu hakikati açıkça görmüşüzdür: Salâdır ehl-i 'irfâne getürsün cânı kurbâne / Bugün başını merdâne koyan gelsin bu meydâne…” Teslimiyet ise tasavvufun en yüce mertebesidir. Nûrî, yalnızca canı değil, insanın “başını” da meydana koymayı öğütler. Teslimiyet, insanın kendisini bir “hiçlik” içinde bulduğu andır. Hiçlik ise yok olmak değil; aksine, varoluşun özünden doğan bir “yeniden” diriliştir. Nûrî, bizi bu meydanda yalnızca başımızı koymaya değil; benliğimizi, kimliğimizi ve tüm yüklerimizi bırakmaya çağırıyor. Çünkü hakikatin kapısı ancak hafif bir ruhla aralanabilir. Bu, bedenin değil; nefsin teslimiyetidir. İnsan, hakikate ulaşabilmek için önce kendi benliğinden sıyrılmayı öğrenmelidir. Başta bütün korkularını, arzularını ve endişelerini bir kenara bırakmayı başarabilmelidir. Ancak böyle bir teslimiyetle gerçek huzura ve hakiki dirilişe ulaşılabilir.

Nûrî’nin meydanı, sahte kimliklerden arınanların, kendine dönmeye cesaret edenlerin yeriyken, peki bugün, ne kadar teslim olabiliyoruz? Zira, insan ancak kendi varlığından vazgeçtiğinde “ilahi birliği” hissedebilir. Nûrî’nin meydanı, yalnızca hakikati bilenlerin değil; hakikate teslim olanların meydanıdır! Çünkü hakikat, dirençle değil; yalnızca teslimiyetle ulaşılabilen bir sırdır.

Şairin meydanı, aynı zamanda bu dünyadan sıyrılmayı da gerektirir. Geçip bu âb ile gilden dahî cümle heyâkilden / Bu dünyâ nakşını dilden yuyan gelsin bu meydâne…” Zira, dünya, göz alıcı bir nakış gibidir. Ama bu nakış, insanı hakikatten uzaklaştıran bir perde arkasında gizlenmiştir. Dış dünyanın süsleri, ruhumuzun derinliklerine bir “perde” gibi iner. Bu süsler, hakikati unutturur; çünkü insanı kendine yine “kendisi” yabancılaştırır. Ancak bu perdeleri aralamadan, hakikatin ışığına ulaşmak mümkün değildir. Dünya, yalnızca bir duraktan ibaret; fakat biz çoğu zaman -tutup- onu varış noktası sanır-dururuz.

Bugün, dünyayı bir kenara bırakıp, insanın özüne dönebilmesi ne kadar mümkün olabilir? Zira, sürekli daha fazlasını isteyen bir tüketim kültürü, sahte mutluluk vaatleri ve göz kamaştırıcı ekranlar arasında kaybolup gitmek, modern insanın trajedisi haline gelmiştir. Oysa hakikat, bu yanılsamaları aşmayı gerektirir. İnsan, dış dünyanın süslerinden sıyrıldığında, içindeki hakikati görmeye başlar. İşte Nûrî’nin meydanı, bu süsleri “yıkayıp” hakikatin ışığına ulaşmayı başaranların tam ve gerçek yerine denir.

Son beyitte, şair bir uyanış müjdeliyor: Gönül maksûdunu buldu cihân envâr ile doldu / Bugün Nûrî imâm oldu uyan gelsin bu meydâne” Gönül, hakikatin ışığını gördüğünde maksadına ulaşmış olur. Bu, bir son değil; aksine bir başlangıçtır. Çünkü hakikati bulmak, insanı uyandırır. Bu uyanış, bir eylem değil; öylece bir ‘hal’dir. Gözler kapalıyken bile uyanık olunabilir. Nitekim, ruhun uyanışı, insanın varoluşuna açılan kapıdır. Hakikati bilen, onu her yerde görür; çünkü cihan, hakikatin ışığıyla dolup taşmaktadır. Ve bu ışık, dışarıdan değil; ancak insanın içinden taşar.

Evet, bugün, Nûrî’nin meydanı hâlâ bizi çağırmaktadır. Mübarek şairin dizeleri, semâdan gelen bir davet gibi içimize işlese de bu meydanı bulmak için önce kendi içine dönmesi gerekir insanın. Nitekim, dünya ne kadar gürültülü olursa olsun, semâdan gelen ses hâlâ duyulabilir. Yeter ki insan o sesi işitecek kadar sessizleşebilsin... Çünkü hakikat, bir keşif değil; bir hatırlayıştır.

Bugün, meydanı bulabilecek kadar cesur muyuz? Yüzümüzü semâya çevirip, sırrı duymaya hazır mıyız? İşte bu soruların cevabı, meydanın kapılarını aralamak için ilk adımı oluşturacaktır. Semâdan gelen sesi duyanlar, başını meydana koymaya cesaret edenler: meydan sizi çağırıyor! Peki, bu çağrıya uyanacak mıyız?

Şeyh Abdülehad Nûrî’nin bu şiiri, yalnızca bir edebi metin değil; insanın kendine dönmesi için bir pusula, bir ayna ve bir yol haritasıdır. Hakikati arayanlar için bir rehber ve bir davettir. Bu beyitler, insanı düşündüren ve içsel bir yolculuğa çıkaran maneviyatla örülmüştür. Ancak her yolculuk cesaret ister. Cesaret, yalnızca dış dünyaya meydan okumak değil; kendi içindeki karanlıkla da yüzleşmektir. Çünkü hakikat, ancak bu cesaretle ve teslimiyetle kendini o zaman görünür kılacaktır.

Ve unutmayalım ki: Bugün başını merdâne koyan gelsin bu meydâne…

Bu meydan ise, hakikati arayanların, özüne dönenlerin ve “nihayet” uyananların yeridir.

.

Hasan Enes Karahan, dikGAZETE.com

(*)

Semâdan sırrı tevhîdi duyan gelsin bu meydâne
Derûn içre bugün Allah diyen gelsin bu meydâne

Görenler nûr-i Gaffâr'ı duyanlar sırr-ı Settârı,
Cihânda şîşe-i ârı, kıran gelsin bu meydâne

Salâdır ehl-i irfâne getirsin cânı kurbâne
Bugün başını merdâne koyan gelsin bu meydâne

Kamunun hâlıkı birdir niçin bazısı kâfirdir
Bu ne hikmet bu ne sırdır bilen gelsin bu meydâne

Geçip bu âb ü gilden dahî cümle kîl u kâlden
Bu dünya nakşını dilden yuyan gelsin bu meydane

Gönül maksûdunu buldu cihân envâr ile doldu
Bugün Nûrî imâm oldu uyan gelsin bu meydâne

-Şeyh Abdülehad Nurî Hazretleri-

 

 

...