Politik arena çok renkli. Adeta yok yok.
Yalan söyleyeni mi dersin; vaat edipte yapmayanını mı; muhalefette olduğu için bol keseden ve işkembeden atanı mı; parti dolaşmaktan başı döneni mi; dün siyah dediğine bugün beyaz diyeni mi; dün sövdüğüne bugün övgü dizenleri mi; kimi ararsan var.
“Politikacının hayatı, aldatmak ve aldanmakla geçiyor” desem, herhalde mübalağa etmemiş olurum. Bu gerçeği tespit eden Mark Twain de, “Politikacının hayatının yarısı seçmeni, öbür yarısı birbirini aldatmakla geçer.” diyerek bir gerçeğin altını çizer.
Aslında halkı ve kendini kandırmayı marifet sayan politikacıların bu durumu tam bir mizah.
Bazı politikacılar, öyle yalan söylüyor ki, inanın biz dinlerken utançtan yüzümüz kızarıyor ama onun yüzünde zerre utanma duygusu görünmüyor.
Aslında bu tip politikacılar tam onlara oy verenler gibi.
Büyüklerimiz ne güzel demiş:
“Siz ne iseniz idareciniz de odur.”
“Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.”
Yani Anadolu tabiriyle, “Kel başa şimşir tarak.”
Bugün bu tür politikacılardan herkes şikâyet ediyor ama seçim zamanı gelince yine de bunları tercih edip, meclise gönderiyor.
Politikacılar da halkın arasındayken ve seçilmeden önce çok mütevazı takılıp halktan görünürken, seçilince halkı da unutuyor verdiği sözleri de.
Ta ki bir daha ki seçim yaklaşana kadar. O zaman, yine halkın arasına dönüp yalanlarına ve yapmayacakları vaatlerine geri dönüyorlar.
Milletimiz çok unutkan. Bu hususta yapılan araştırmalara göre, halk kendisine söylenen yalanları üç-beş ay içerisinde unutuyormuş. Bunu çok iyi bilen politikacılar da yeni yalanlarla yeni oy avına çıkmaktan çekinmiyor.
Bununla alakalı çok güzel bir fıkra anlatılır:
İki yaşlı adam, parkta oturmuş muhabbet ederken bir yandan da güvercinlere yem atıyorlarmış. Biri, bir süre dalgın dalgın kuşlara baktıktan sonra şöyle demiş:
- Biliyor musun arkadaşım, şu kuşlara ne zaman yem versem hep politikacılar aklıma geliyor.
Diğer emekli, duydukları karşısında şaşırır:
- Allah Allah! Neden ki?
- Neden olacak? Ne zaman karınları acıksa ve yem isteseler ayaklarımızın dibine kadar inip elimizden yem yiyorlar. Ama karınları doyup, havalanınca hemen kafamıza ediyorlar.
Çok veciz bir fıkra değil mi?
Alınmasınlar ama politikacılarının kahir ekseriyeti böyle.
Türkiye Yazarlar Birliği’nin bir toplantısında aymazlık yapan bazı politikacılara ders vermek için bu fıkrayı anlatmıştım. Orada bulunan büyük partilerin kurucularından biri, mikrofonu eline alarak, “Efendim, biz kimsenin üstüne etmedik!..” türünden laflar edince ben tekrar mikrofonu alıp şöyle demiştim:
“Ya biz millet olarak çok talihsiziz. Bu politikacılar hem üstümüze ediyorlar hem de inkâr ediyorlar.”
Bir gazeteci, muhalefet partilerinin birisinin sözcüsü olan politikacıya; “Siz seçim sırasında şöyle demiştiniz. Şimdi tam tersini söylüyorsunuz. Bunu nasıl tevil ediyorsunuz?” deyince verdiği şu cevap politikanın içine düştüğü zavallılığı anlatma bakımından muazzam bir misal teşkil ediyor:
“Biz o söylediğimizin yapılmayacağını biliyoruz ama seçim sırasında halka öyle söylemek zorundayız. Yoksa oy vermezler.”
Politikacılar, verdikleri sözde durmayınca millet de her seçimde yalancılara gereken dersi vermekten çekinmiyor ve çoğu kez yalancıları sandığa gömüyor. Ancak yine de her türlü yalanına rağmen aradan sıyrılıp yeniden seçilenler de yok değil. Ama millet, her fırsatta bu türlerin yüzüne tükürmekten asla çekinmiyor.
Bu sadece bizde değil, bütün ülkelerde böyle olduğu için meseleyi anlatma bakımandan Amerikalılar, bir Bush fıkrası yazmışlar.
Rivayete göre Bush, Amerika’da başkan seçilince yeni bir talimat yayınlamış:
“Üzerinde resmim olan yeni bir pul bastırdım, artık bundan sonra başkanlığın bütün mektuplarında bu pullar kullanılsın.”
Fakat bir süre sonra zarflara yeni yapıştırılan pullar yapıştırılmamış.
Bunu öğrenen Bush, çok sinirlenmiş ve yetkilileri yanına çağırarak hesap sormuş:
- Üstünde resmim olan pullar neden zarflarda kullanılmıyor. Arkalarına yapışkan zamk sürmediniz mi?
Yetkililer çekinerek;
- Sürdük Efendim ama yapışmamasının nedeni başka.
Bush aniden kızmış:
- Nedir çabuk söyleyin.
- Pulların yapışmamasının sebebi yapıştırıcı olmaması değil, herkes pulların zamklı arka yüzüne değil de ön yüzüne tükürmüş efendim.
Altmış yaşımı geçtim ama kendimi bildim bileli politikacılar da yalan söylemekten vazgeçme hususunda zerre ilerleme yok. Hala yalanlarına devam ediyorlar, hala kendilerini seçenlere saygısızlık yaparak başka başka partilere gidebiliyorlar ve yüzleri kızarmadan politik arenada boy gösteriyorlar.
Bir partiden seçilip, başka partiye geçen bazı politikacılar var ki, parti değiştirmekten adeta başı dönüyor. Geçmişte bunlardan birine halkımız “Fırıldak Kubi” lakabını takmıştı.
Şu anda da bu tür politikacıların sayısı hiç de az değil.
Kısa zamanda beş on parti değiştirmeyi marifet sayanlar bile var.
Yani hangi açıdan bakarsak bakalım gerçekten ağlanacak halimize gülüyoruz maalesef.
Tam da bu noktada Winston Churchill’in şu meşhur sözü aklımıza geliyor:
“Bazı insanlar prensipleri için partilerini değiştirir, bazıları partileri için prensiplerini değiştirir.”
Böyle çok parti gezdiği için haliyle bütün değerlerini ayaklar altına alanlar için Demirel’den bir hatıra nakledilir.
Rivayete göre Demirel, 1980 öncesinde başbakan iken, kendisine ve partisine her fırsatta saldıran ve çok ağır küfürler eden muhalif partideki bir politikacıyı, kendi partisine alarak sözcülük görevi vermiş.
Bu duruma çok şaşıran partililer Demirel’e gelerek dert yanmışlar:
- Sayın Demirel. O vekili neden partiye aldınız? Size ve partimize demediği küfür kalmamıştı. Sövüp duruyordu!
Demirel onlara şu tarihi cevabı verir:
- Bu arkadaş, karşı partide iken bize sövüyordu. Şimdi alıp bizim kapıya bağladım. Bundan sonra karşı partiye sövecek.
Bunu bazılarınız abartılı bulabilir ama şu an politikacıları içinde bu türden onlarcasını bir çırpıda hemen sayarım.
Dün birbirlerine ağza alınmayacak küfürler edenler, şimdi omuz omuza aynı partilerde pekâlâ dostça politika(!) yapabiliyorlar.
Aslında “Politika” çok yüzlülük demek; herhalde bu türler de politikanın hakkını veriyor!
Rahmetli Muhsin Reis, bir zamanlar şöyle demişti:
“Siz mecliste, birbirine bağıran politikacıları bir de gelip yemekhanede görün. TBMM’de birbirlerine ağıza alınmayacak küfürler ve hakaretler eden politikacılar, yemekte birbirlerine nasıl sövdüklerinin muhabbetini yapıyorlar.”
Muhalefetiyle, iktidarıyla ülke yönetimini teslim ettiğimiz politikacılar böyle olursa millet ne yapsın?
Milletimiz ariftir, bazen izahı olmayan şeylerin mizahını yapmakta da mahirdir.
Bu hususta anlatılan “Mecliste Dua Eden İmam” fıkrası meşhurdur:
Anadolu’nun ücra bir köşesindeki küçük bir köyde, millet ülkenin içine düştüğü ekonomik ve siyasi durum için çok üzülüyormuş.
Politikacıların mecliste bu durumu düzeltmek için gece gündüz çalıştığını düşündükleri için köylüler her akşam namazından sonra dua etmeye başlamışlar.
Ancak uzun zaman dua etmelerine rağmen durum daha da kötüye gitmeye başlayınca, toplanıp ne yapacaklarını tartışmaya başlamışlar.
Köyün güngörmüş en yaşlı adamı demiş ki:
- Bu böyle olmayacak. Galiba uzaktan dua etmek faydalı olmuyor. Bizim İmamı Meclis’e gönderelim, orada politikacıların yanında dua edip yüzlerine üflesin, belki tesir eder.
Bu teklif, bütün köylüler tarafından olumlu karşılanmış. İmamı Ankara’ya yollamışlar. Aradan bir hafta geçmiş ve imam köye dönmüş. Bütün köylüler, caminin önünde merakla imamı bekliyormuş.
İmam minibüsten iner inmez köylüler hep bir ağızdan sormuşlar.
- Meclise gittin mi hocam? Politikacıların toplantılarına katıldın mı?
- Gittim tabi, gitmez olur muyum? Toplantılarına da katıldım ama dua etmedim.
Köylüler çok şaşırmış!..
- Niye etmedin ki? Biz seni orada dua etmen için gönderdik.
İmam şöyle cevap vermiş:
- Meclise gittim, ama politikacıların halini görünce bir haftadır gece gündüz memleket için dua ediyordum.
Bizde politikacıları millet seçmez!..
Demokrasilerde millet seçer gibi propaganda yapılır ama seçimi parti liderleri veya yöneticileri tayin eder.
Millet de kendilerine dayatılanlar içinden bir tercih yapar.
Politikacıları halk seçmediği için çoğu kez parası olan, nüfuzu olan, lidere yaranan, güç odaklarının temsilcileri vs. kişiler vekil yapılır.
Vekil yapılırken liyakatten çok lidere ve partiye sadakat ön plandadır.
Bu açıdan, bazı politikacıları görünce insan politikadan da, politikacılardan da, partilerden de tiksinti duyabiliyor.
İki kelimeyi bir araya getirememesine rağmen parası ve dayısı olduğu için vekil seçilen o kadar çok politikacı var ki; tıpkı yukarıdaki imam gibi onları görünce ellerimizi açıp memleketimizin kurtuluşu için dua etmek zorunda kalıyoruz.
Bazı politikacılar ise belli güç merkezlerinin adamıdır.
Onların menfaatine iş kovalar, kanun çıkarır.
Milletin yediği ekmekten bile KDV alınırken lüks pırlantalardan KDV alınmaz; köylü tarlasını sürmek için mazotu yüksek fiyattan alırken lüks tekneler vergisiz mazot alma hakkına sahip olabiliyor.
Yani mecliste zenginin, güç merkezlerinin vs.nin temsilcileri var ama sıra millete gelince yoktur.
Politikacılar kendi maaşlarının artırımı için oylamada firesiz evet oyun kullanırken millete verecekleri sadaka nev’inden şeylerin günlerce müzakeresini yaparlar.
Abraham Lincoln’un deyimiyle; “Politikacılar halkın çıkarlarından farklı çıkarlara sahip olan insanlar topluluğudur.”
Bu tip politikacılar, dünyanın her yerinde aynıdır, nehir olmayan bir yere köprü yapacaklarına bile söz verirler.
Hatta bazıları, deniz olmayan vilayetlerine liman yapacaklarını bile söylerler; rahatlıkla yalan söyleyip halkı inandırabiliyorlar.
Herhalde bu tür politikacıların şeyhi Hitler’di. Çünkü Hitler; “Eğer bir yalanı yeterince uzun, yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır. İnsanları, bir yalana inandırmanın sırrı, yalanı sürekli tekrar etmektir. Sadece tekrar, tekrar ve tekrar söyleyin.” demiş ve bunu sahada kullanarak iktidarda kalabilmiştir.
Friedrich Nietzsche, “Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke, üçüncü sınıf bir ülkedir.” diyerek ülkelerin siyasi ve sosyal yapıları hakkında ilginç bir tespit yapar.
Bugün ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda gelişmesini tamamlayamamış ülkelere baktığımızda politikanın ve politikacıların endüstrinin eğlence merkezlerinden biri olduğunu görürüz.
Yukarıda da bahsedildiği gibi politikacıların kahir ekseriyeti, seçilirken kendilerini destekleyen güç odaklarına hizmet eder. Böyle politikacıların çok olduğu ülkelerde, milletin temsilcisi yok gibidir.
Temsilcisi olmayan millet de her yerde ezilmeye, aşağılanmaya maruz kalır.
“Kanunlar, örümcek ağına benzer” der bir filozof. Güçlüler, örümcek ağını deler geçer ama zayıflar ona yakalanır.
Güçlerin her yerde dayıları olmasına rağmen halkın böyle ülkelerde temsilcisi yok denecek kadar azdır.
Bu mesele ile ilgili yaşandığı söylenen “Mecliste Bi Dostumuz Yok! isimli güzel bir anekdot anlatılır:
İki arkadaş ormanda dolaşırken birden karşılarına bir ayı çıkmış. Ayı, adamın birinin üzerine üzerine yürüyünce, diğeri tüfeğini çekerek ayıyı vurmuş.
Çevredekiler, “Av yasağına uymadın, ayıyı vurdun” diye şikâyet etmişler.
Ayıyı vuran vatandaş, mahkemeye verilir. Hakim ile aralarında şöyle bir diyalog geçer:
- Ayıyı vurdun, sana ceza vereceğiz!..
- Ha o ayı benim arkadaşımı öldürecekti. Ben de onu öldürdüm. Bıraksaydım Cemal’i öldürseydi daha mı iyiydi?
- Yapacak bir şey yok. Ayıyı vurduğun için sana ceza vermemiz gerekiyor. Yasa böyle diyor.
- O yasayı kim yaptı ki?
- Yasayı Meclis yaptı.
- Hâkim Bey, şimdi neye yanıyorum biliyor musun
- Bilmem, neye?
- Bana vereceğin cezaya değil de, o Meclis’te ayının bile dostları var ama, benim hiç dostum olmayışına yanıyorum…
Yukarıdan beri yazdıklarıma bakarak politikaya ve politikacılara fazla yüklendiğimi söyleyenler çıkabilir. Yaşanan hadiseler sonunda söylenenlerin hiç de ağır yönü olmadığı ortadadır.
Politikacılar, içine düştükleri bu uçurumun içinden çıkmadıkları müddetçe bu millet onlara gereken dersi sandıkta verecektir.
Biz politikacıların sandıkta cezalandırılmalarından yanayız ama Bernard Show daha da ileri giderek; “Dünyada barışı sağlamak isterseniz, politikacıları öldürün yeter, halklar anlaşır.” diyor.
Son olarak politikacılara sesleniyorum:
“Lütfen dürüst olmaya çalışın. Seçildiğiniz partiyi ve seçmeni satmayın. Halkımıza yalan söylemeyin. Vadettiklerinizi yerine getirin. Yapmayacağınız şeyleri vadetmeyin.”
Yazımı, yine çok ibretlik bir politik fıkra ile bitirmek istiyorum:
Hayvan tüccarlığına başlayan uyanık bir delikanlı, bir köylüden bin lira karşılığında bir eşek alır.
Köylüye parayı veren delikanlı, ertesi gün bir araçla gelip eşeği yükleyip götüreceğini söyler ve arabasına binip köyden ayrılır.
Delikanlı, söylediği gibi ertesi sabah bir kamyonetle gelir ama köylü biraz sıkıntılı görünmektedir.
- Oğlum sana sattığım eşek dün gece öldü, ama ben senin paranı harcadım. Borçlarım vardı onları ödedim.
- Olsun amca, sorun değil. Ben yine de eşeği yine istiyorum.
- Ölü eşeği ne yapacaksın oğlum?
- Ölü olduğunu söylemeyeceğim, tombala düzenleyip satacağım.
Delikanlı, birkaç köylünün yardımıyla ölmüş eşeği kamyonete yükler ve köyden ayrılır.
15 gün sonra aynı delikanlı yine hayvan almak için köye gelir. Onu gören bizim köylü yanına gelip sorar:
- Söyle bakalım delikanlı, bizim ölmüş eşeği ne yaptın?
- Büyük ödülü eşek olan bir tombala düzenledim. Yirmi liradan beş yüz kişiye bilet sattım. On bin lira kazandım.
- Peki, eşeğin ölü olduğunu öğrenince sana kızmadılar mı?
- Yok, be amcacığım. Kaybedenler zaten çekip gitti. Sadece kazanan kişiyi eşeğin yanına götürünce öldüğünü görüp kızdı. Ona da 10 lirasını iade ettim sevindi.
Köylü delikanlıya takdirkâr gözlerle bakar.
- Oğlum, daha çok gençsin. Sen bu kafayla büyüyünce ticaretten çok zengin olursun.
Delikanlı köylüye güler;
- Yok, be amca, ben bu işi okul masraflarını çıkarmak için yapıyorum. Şu anda politika okuyorum. Büyüyünce, böyle tek bir eşekle uğraşmayacağım. Politikaya atılıp, milletin sırtından para kazanacağım.