DERVİŞ GELENEĞİNDE MUHARREM AYI VE AŞURE
Muharrem ayı, dervişler için her zaman hüzün zamanı olmuştur. Bu ayda tekke ve zaviyeler ayrı bir hüzne bürünürdü. Muharrem’in ilk on gününde dervişler, tekkelerde birtakım farklı uygulamalar icra ederlerdi. Bu bir nevi inziva hayatına eşdeğerdi. Dervişler, Muharrem ayı gelince Kerbelâ’da şehit edilen Evlâd-ı Resûlullâhın hüznünü, yasını tutmaya çalışırlardı. İstanbul’un tekke ve zaviyelerinde bir Mevlid-i Şerif icrası ile bu acı hadise hatırlanırdı. Nakşibendî tekkelerinde uygulanan bu matem süreci, günümüze kadar intikal etmiştir.
Muharrem’in ilk on gününde, dervişlerin hanesi kadar, sosyal hayatları da bu durumdan etkilenirdi. Bazı dervişler, on gün boyunca kendi tekkelerinden asla dışarıya çıkmazlar, günlerini ibadet ve tefekkürle geçirirlerdi. Zamanın çoğunu tekkede geçiren bu dervişlere “leylî” denilirdi. Günün sadece bir bölümünde tekkede diğer bölümünü işi ve ailesiyle geçirenler için ise özel bir tabir kullanılmazdı.
Muharrem ayının ilk on gününde tekkelerde, matem öncesi birtakım hazırlıklar yapılırdı. Bu hazırlıklardan en dikkat çekici olanı ise içini gösteren şeffaf sürahi ve benzeri su kaplarının, bardak ve benzeri içecek kaplarının ortadan kaldırılmasıydı.
On gün boyunca içini gösteren hiçbir kaptan su içilmezdi. İçilirken suya bakılmaz, Besmele ile birlikte Seyyid'üş Şüheda'ya da selâm edilirdi.
Matem sürecinde dervişler, saçlarını dahi taramazlar, tıraş olmazlar, sesli gülmezlerdi. Dervişlerin hayatlarında adeta hüzün hâkimdi. Bu hüznü hemen her dervişin yüzünde gözlemlemek mümkündü.
Muharrem ayının ilk gününden itibaren bütün tekkelerde Fuzûlî’nin Kerbelâ Faciasın anlattığı ‘Hadîkatü’s-Süadâ’ isimli eseri okunmaya başlanır, dervişler hüznü temsil eden siyah renkli kıyafetler giyerlerdi.
Şeyh efendi, lüzum gördüğü yerlerde ‘Hadîkatü’s-Süadâ’ ile ilgili açıklama ve izahatta bulunur, dervişler de susup edep ve saygı ile dinlerlerdi. Gün teheccüd namazıyla başlardı. Sabah namazı cemaatle kılındıktan sonra dervişler istirahate çekilirlerdi. Kuşluk vaktine kadar tekkede sükûnet hâkim olurdu. Dervişlerin bir kısmı bu günlerini oruç tutarak, zikir ve tesbihat ile geçirirlerdi.
Muharrem’in onuncu günü, bilindiği üzere Aşure günüdür. Bugün de Kerbelâ şehitlerinin ruhlarına hediye edilmek üzere kurbanlar kesilir ve aşure kaynatılırdı. Kurbanın eti, aynı gün kurulacak olan aşure sofrasında dervişâna ikram edilirdi.
Medîne’den gelmiş az miktardaki buğday varsa ‘usulen’ aşureye katılırdı. Buğdaylar atıldıktan sonra, su kaynarken belli miktar zemzem veya türbe suyu da eklenirdi.
Aşure pişene kadar dervişler, kazanları ‘miklab’ adlı uzun saplı, yayvan ağızlı kepçelerle karıştırırlar, bir yandan da sessiz bir şekilde Kelime-i Tevhid okurlardı. Kazanların başında hiç mâlâyâni yani boş söz konuşulmazdı.
Dervişân gözleri, vücûd dili ve halleriyle lâzım olan bilgileri birbirine aktarır, aşure pişerken de himmet sahiplerinin üzerlerine ‘nazar’ ettiklerini alsa unutmazlar ona göre edeple hareket ederlerdi.
Pişme işleminin sonuna doğru şeker katılır İsm-i Celâl, İsm-i Hû, aşır ve hemen ardından Gülbank okunur Kerbelâ şehitlerine dua edilirdi.
Aşûrenin üzeri kuru yemişlerle süslenir ve şeyh efendilerden başlanarak ihvana ve yakın ahâliye dağıtılırdı. Böylece Kerbela şehîdlerinin azîz hâtırası, canlı tutulur ve tekkede pişen şifalı aşûreden halkın şifayâb olmaları için duâlar edilirdi.
Aşure, Nuh Peygamberden bu yana tarih boyunca birliği temsil eder. Bu mübarek aşın içinde nohutu, fasulyeyi, şekeri bir arada göremeyiz ama hepsi bir kazanda pişer ve ayrı bir lezzete dönüşür. Dervişler de tıpkı bu aş gibi, farklı özelliklere sahip olmalarına rağmen bir şeyhin terbiyesinde pişerek ‘tevhîd’ yani ‘bir’ olurlar. Böylece şeyhin sırrıyla farklı bir tada sahip olurlar. Bugün de sürdürülen bu gelenek, halen daha büyük bir hürmet, edeb ve itinâyla devam ettirilmektedir.