19. yüzyılın başlarında; Sultan II. Mahmud reformları döneminde, sivil memurlara Batıdan pantolon, redingot ve fes giydirilmiş, ulemâ ise geleneksel sarık ve cüppesini giymeyi sürdürmüştür.
İstanbul’da bulunan Avrupalılar, yaz mevsiminde sıcağa karşı korunmak için hasır şapkalarının çevresine beyaz kumaş sararak bunun temelini atmışlar ve sokaktaki Türk vatandaşı, onları iyi eğitim görmüş anlamında “okumuş” olarak kabul etmiş ve saygı göstermişlerdir. Sarık bir ilim irfan belirtisi olarak da kabul edilmiştir.
Bu durum maalesef eğitim hayatıyla uyuşmuyordu. Eğitim Sistemi’nin en kötü günlerini yaşayan Osmanlı, eskisi gibi bilgili insan yetiştiremiyordu.
“Medrese”nin kalitesi 16. yüzyıldan bu yana çok keskin bir biçimde düşmüştü.
Ulemânın iyi klasik liberal eğitimi de uzun sürmemişti.
Kuşkusuz istisnalar vardır. Ulemâdan Cevdet Paşa gibi son derece iyi eğitim görmüş olanları da vardı, ancak onun gibiler kendi kendilerini yetiştirmişlerdi.
Cevdet Paşa, kendini ulemânın bazı üyelerine karşı korumuşsa da onları cahil olarak adlandırmaktan çekinmemiştir.
Genelde ulemâ, sadece kendi İmparatorluğu hakkında bilgilere sahipti, ancak dış dünya ile ilgili bilgisizlikleri oldukça fazlaydı.
Hiç kuşkusuz ki, İslamiyet’te bilgisizlik yasak edilmişti. İlk emri “Oku” olan İslâm uygarlığı; ilk dönemlerinde birçok bilim alanında iyi okullar ve bilim adamları yetiştirmiş, diğer medeniyetlerden geniş ölçüde yararlanmıştı. Fakat gayrimüslim ile ilişki kurmaktan duyulan kuşku ve korku, eğitimde duraklamanın en önemli nedenleri olmuştur.
Ulemâ, Osmanlı İmparatorluğu’nun sadece kadı ve hukukçusu değil, öğretmeni de olmuş ve onların bilgisizliği diğerlerini de etkilemiştir. Onların öğrencilerine “Mektepler”de verdikleri bilgiler, 19. yüzyıl dünyasına uygun eğitimle örtüşmüyordu.
Birçok kişi, dinî geçmişlerinden, Türklerin tarihi geçmişlerinden ya da çevrelerindeki dünyadan haberi olmadan yetişiyordu.
İslâm bilimi unutulmuş, modern Batı ise henüz kazanılamamıştı.
Hemen hemen hiçbir Türk, Batı dillerini bilmiyordu.
1820 Yunan isyanının uyandırdığı güvensizlik, Türkleri çevirmenlik görevi için kendinden olanlara bakmaya zorlamıştı, bunlardan ilki Ortodoks iken İslâm dinine geçen Yahya Naci Efendi’dir.
Müslüman Türk toplumuna etkileri 18. yüzyılın sonlarına doğru damla damla akmaya başlayan Batılı eğitim, 20. yüzyılın başlarında giderek bir sel haline dönüşmüştü.
Bu dönem Türkler, Batılı eğitimi en az dört önemli şahsiyetten almaya başlamışlardı. Bu alimlerin en önemlisi, edindiği tecrübenin bütünüyle, mesleğindeki başarısıyla, gezileriyle, İstanbul’un önde gelen devlet adamları ile düzenlediği bilimsel toplantılarla, herhangi bir okulun verebileceğinden daha iyi eğitim görmüş, Batı bilimini kendi kendine en iyi öğrenmiş 19. Yüzyıl Türklerinden biri olan, çağdaşları tarafından “Ayaklı kütüphane” diye anılan ve doymak bilmez bir okuyucu olan Ahmet Vefik Paşa’dır. Ayrıca Fransızcayı Viyana’daki Osmanlı Büyükelçiliğinin bahçesindeki bir çınar ağacın altında öğrenen Ali Paşa, Berlin Üniversitesi’nde diğerlerini gölgede bırakan iki yıllık bir öğrenim gören Münif Paşa ve Anadolu’da sürgünde iken dokuz yılda kendi kendine Fransız felsefesi ve sosyoloji çalışan Ziya Gökalp'dir.
Bu şahsiyetlerin her biri, İslâmî geçmişleriyle, Batı’yı bağdaştırma ihtiyacını duymuşlardır.
Her biri kişisel olarak Batılı Eğitim Modeli’nin avantajlı yanlarının alınmasına karar vermişlerdi.
Bu alimler, İmparatorluktaki Batılı eğitimin gerçek lideri konumundaydılar.
Görüldüğü gibi, 1914 öncesinde Osmanlı İmparatorluğu, Batılı eğitimin geniş ölçüde ülkeye girmesini kabul etmişti.
1903’de yapılan Sovyet stili bir istatistikte, yabancı kurumlardan diploma alan Türklerin yüzde yüzü Bektaşi Dervişlerin çevresinden gelmekteydiler.
Bu istatistik, bir Bektaşi tekkesi şeyhinin büyük oğlu olan Hulusi Hüseyin Pektaş Efendi tarafından belirtilmiştir. Kendisi 1863'te kurulmuş olan kolejin dört yıllık eğitiminden sonra bitirme derecesi almaya hak kazanan, 144 Ermeni, 76 Rum ve 17 Avrupalı ve birçok Amerikalı arasındaki tek Türk idi.
Aydın ve iyi eğitim görmüş hükümet memurlarının kızlarından olan diplomalı Türklerden ikisi de Amerikan Kız Okulu mezunlarından iki genç kız idi.
Bunlardan ilki Sultan Abdulaziz’in hareminden çıkmış bir cariye ve eğitimin önemine yürekten inanmış biri olan Tevfik Paşa'nın kızı Gülistan’dır.
Gülistan, lisenin bütün derslerinden başarılı olarak 1890 yılında mezun olmuştur.
Diğeri ise, bir profesör, vatansever ve öncü bir yazar olarak tanınan Halide Edip Adıvar’dır.
İmparatorlukta Katolik okullarla ilgilenen ilk Türkler, örneğin eğitimini Mısır'ın akıllıca geliştirilmiş okullarında yapmış, özel elçiliklerle Avusturya ve Rusya'da bulunmuş, politikada muhaliflerine karşı sözünü sakınmaması ile halk arasında sevilen ve II. Abdülhamit'in gözdelerinden olan Mareşal Fuat Paşa’nın oğludur. 1914’de yapılan bir inceleme doğrultusunda, bu öğrencilerin hepsinin üst sınıf gruplardan geldiğini göstermektedir.
Yüksekokullardaki eğitim, yalnızca Batılı değildi, aynı zamanda Batılılaşmıştı.
Bu dönem, kendini yetiştirmiş Dışişlerinin Tercüme Bürosu'nda çalışan, Fransızca bilen memurların sayısı giderek artıyordu.
7 Mart 1845'te Sultan Abdülmecit tarafından verilen bir beyanatta şu ifade yer almaktadır:
“Kötülüğün kaynağı olan cahilliğin halkın arasından kaldırılması Padişahın buyruğudur.”
Böylece işi bilenlerden bir komisyon kurularak çalışmalara başlanıldı, kısa zaman sonra bir Eğitim Bakanlığı kuruldu.
Okullar Genel Müfettişi olan Kemal Efendi, eğitim sistemlerini öğrenmek üzere İngiltere, Fransa ve Almanya’ya gönderildi.
Hükümetin eğitim konusundaki bu tutumu ve girişimi Batılılaşmaya doğru bir adımdı.
Türk toplumu, yeni Batılı Eğitimin yöntem ve konularını, yavaş kabul ediyordu.