RAYİHA-İ TAYYİBE-İ OSMANİYE
Osmanlı döneminde rayiha-i tayyibelere yani güzel ve hoş kokulara ayrı bir önem verilirdi. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde rayihalara dair arşivler tutulmuştur.
Hoş bir rayiha, insanların ruh halini doğrudan olumlu yönde etkilediği için, hem günlük hayatta hem de şifahanelerde kullanılmaktaydı. Dolayısıyla Osmanlı’da rayiha-i tayyibe bir hayat tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı rayihaları denilince ilk akla gelen ‘buhur suyu’dur. Buhur suyunun terkibine ve hazırlanışına ilişkin ilk kayıt ise Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde bulunan 1708 tarihli Yusuf Ağa’nın defterinde yer almaktadır. Ayrıca Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden de “buhur suyu”nun İstanbul’daki misk satıcılarında ve gülsuyu esnafında bulunduğunu ve satıldığını öğreniyoruz.
Osmanlı’da sıkça bahsi geçen değerli bir rayiha-i tayyibe de gül ve gül kokusudur.
İnancımıza göre, gül kokusu “Hazreti Muhammed’in teri” olarak kabul görmektedir.
Gül, aynı zamanda Ortadoğu’nun en önemli hoş kokulu çiçeklerinden biridir. Bu durum, Osmanlı’da gülsuyu ve gülyağının değerli bir sermaye alanına dönüşmesine de yol açmıştır.
Gül suyu zaman içerisinde Osmanlı Devlet Politikası’nda önemli bir yere sahip olmuştur. Örneğin hem Elçilerin hem Sadrazamların, Padişahın huzuruna çıkmalarına izin verilmeden önce, ellerine gülsuyu serpilmesi de bir devlet geleneği haline dönüşmüştür.
Bununla beraber Osmanlı’da yeni yapılan ya da onarılan mescitlerin ibadete açılmasından evvel gülsuyu ile yıkanması, gül kokusunun İslam dininde ve Müslümanlar arasındaki ayrıcalığını göstermesi bakımından önemlidir.
Sadece bununla da kalmamış gülsuyu, Osmanlı mutfağına da girmeyi başarmıştır.
Güllaç, güllabiye ve şerbetlere eklenirken, cilt ve göz hastalıklarına karşı da ilaç olarak kullanılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda güzel koku merakı; sadece güzellik, sağlık ve temizlik alanlarıyla da sınırlı kalmamış, örneğin Hattatların Kur’an-ı Kerim’i kopyalarken veyahut bir el yazma eserini kaleme alırken kullandıkları mürekkebe gül, misk ve amber karıştırdıklarını, günümüze ulaşan el yazmaların mis kokusundan bugün bile fark edebiliyoruz.
Nitekim; Niyâzî Mısrî Hazretleri “Hû” ism-i şerîfli gül kokulu el yazma eserinde şöyle buyuruyor:
-Gözde gören o sırrdır, kulakda işiten o sırrdır, elde olan kuvvet o sırrdır, ayakda yürüyen o sırrdır, yüzlerde görünen hüsn o sırrdır.
O hüsne âşık olan da o sırrdır.
Güldeki râyiha-i tayyibe ve bülbüldeki efgân-ı nâ-mütenâhiyye o sırrdır.
Âh ne diyem ki, her ne var ise o sırrdır.
Bu kadar elvân-ı muhtelife ile zuhûr etmişdir.
Kendi cümleye iç olmuşdur, görünmez.
Sıfâtı kendisine taşra olmuşdur ki, hep görünen O'dur.
İç yüzü "Hû"dur ki ona “gaybü'l gayb” ve “batnu'l bevâtın” ve yine “lâ-te'ayyün” derler ve “hüviyyet-i sâriye” dahî derler.
İmdi Hakk'ı bu yüzden mütâla'a, “Hû” ismiyle zikretmekdir, gerek dili sâkit olsun, gerek âhir sözde olsun.-
Rayiha-i tayyibenin bir tarz haline geldiği Osmanlı İmparatorluğu’nda hoş ve güzel kokuların kullanımının dini ritüellerden, tasavvuftan, günlük hayattan, sağlıktan, devlet politikasına kadar hayatın her alanında sarsılmaz bir hâkimiyetinin olduğunu görüyoruz.
Gelelim bugüne; Gül’ün o ferahlatan mis kokusunun yok edilerek, sadece renk ve desen aracı olarak nerelerde nasıl kullanıldığını, nasıl ayaklar altında dahi süründürüldüğünü gördükçe diyecek bir şey bulamıyor insan; bu konuda söylenecek olanları da güle reva görülenleri göz önüne getirerek siz kendi kendinize söyleyiverin artık…
Gül’e dair söylenmiş farklı nefes ve ezgilerle yorumlanan o gül şiirini hatırlamak en güzeli; "Gül alırlar gül satarlar, çarşı pazarı güldür gül..."
“Geldi yine gül mevsimi..."
"Şu gelen bülbül sesi mi, sesi feryadı güldür gül”