İDEOTLOJİ
Birilerini veya bazı sabit fikirleri sahiplenip, kalan herkesi ve her şeyi insanlık terazisine de koymadan 'öteki' yapanlar kimse kim;
Hepsinin iplerini merkezi dogma tekel tutuyor demektir.
Bir konuda kurtarıcıyı oynarken bile, işleri güçleri bu tekelin gelecek planlarına piyonluk yapmak.
Popüler sahnedeki ünlüleri tamamen ayrı bir başlık konusu.
Öncelikle medya kuruluşları, kendisine utanmadan araştırmacı-gazeteci de diyen algı memuru mensupları
Ve de sivriltilmiş siyasiler.
Adaletin değil, kazanmanın peşindeler;
Hakikatin değil, haklılığın peşindeler;
Memlekete-millete değil, sabit fikirli ideotlojilere hizmetin peşindeler;
Yapılacak tek bir GÖREV var halbuki:
Memlekete-millete hizmeti ADALETLE yap ve vaden dolunca çekil.
Tek göremediğimiz de bu.
Hukukmuş!
Çakma sistemin ihtiyaçlarına göre eğilip-bükülen, kıvıran-kıvrılan 'hukuk’a ne denir aslında onu da söylerdim ya neyse...
Yasaların asıl işlevi, esasen irade sahibi halkı, orantısız güç sahiplerinin şuursuz kibrinden korumak olsa da...
Yoksa yasaya ne gerek var değil mi? 'Yönetici' ya hani, kafasına göre takılsın yani...
Hukuk dedikleri; Yasaları birilerine şöyle, birilerine böyle çalıştırmakmış...
"Yasa" dediklerini de, tabandaki muazzam güç arkasında hakları var sansın diye icat etmişler sanki.
Aynı halkı 'eziklemeye' yönlendirmişler sonra bunu bi de...
Seçim siyaset filan da; "Sırf temsil edildiklerini, birilerinin hakları için mücadele ettiğini düşünsün, Aleme zerre faydası olmayan kötünün iyisini de kendisinin seçtiğini sansın bari. Daha bi sakin kalırlar, başımız ağrımaz...."
İnsan, kedi yavruları gibi sürekli aynaya çarpmaz ki; "Bunlar denendi. Hep aynı eski bayat hikaye. Başka neler mümkün acaba?" demez mi hiç?
ADALET özelde tüzelde hak getire...
Dengeyi sağlayamayan, sekerek yürür işte bu yollarda... Düşünce de kapanın elinde kalır.
Sağ-sol bütünü bir beynimiz var. Ve bu sol-sağın tek işi, 'diğer yarısı eşi' desteklemek.
Tek bir enerjiyi çarpıp bölüp zihni sinir aşırı uçlara sündürsen de;
Tek işi, şöyle ya da böyle, bu gerilimi bertaraf edecek dinginliğe dönmek olacaktır.
Aynen gerilmiş lastik gibi...
Kopmayanından, hep zaten olanından bu...
Yaratılış tabiatı gereği...
Aşırı uçlar da dolayısıyla kendi aşırı uçlarını tetikler...
Bu alemde her şey, gerçekte bilinemez müthiş bir temel 'sistem’in kendi parçalarıyla muazzam ahenkli şuurlu iletişimi ve bunun dengesi üzerine kurulu.
Yoksa bilinmeyende şuursuzca 'ilahi huşu' hissedebilen titreşimden ibaret olurduk herhalde...
Hiçbir şey gerçekte 'yoksa' da, 'bu' kesinlikle var derim.
Çocukken yaşadığım olağandışı bir deneyimde tek algıladığımdı. Beden, şekil, zaman, karanlık-aydınlık algısı dahi 'yok' olmuştu. Belki bir andı, belki dakikalar... Yalnızca 'huşu' diyebileceğim bir his. 'Huşu' da anlatabilmek için sadece...
'Derinlik sarhoşluğunda' süzülüp giderken, birden şuurlu bir bilinç: "Hey heeey!... Hani Sümeyya!... Sümeyya nerede?!... Sümeyyaaaa!" ve bir anlık 'panik' ile görmek istediğim eli burnuma sert bir şekilde çarpma suretiyle algının bu bedendeki duyulara dönüşü...
'Yok' yok asıl belki de. Bu neler neler demek esasında düşünebiliyor musun?
Düpedüz dengesizken de; Hangi hukuksa, neyin hukuğuysa bu artık, hukuk ne yapsın seni, adaletin yoksa.
Adaletin herkese denk durduğunu, herkese hemen uzanılabilecek kolaylıkta lazım olduğunu ancak kendilerine gerekince kavrayabilenler...
Ve Anayasayı tanımaz, memleketin-milletin çıkarlarını gözetmez, 'uluslararası sözleşme' adında bir dolu ters köşe saçmalık.
Sahi, kendi yasalarını adaletle uyguluyor musun ki, üzerine bir de çoğu Anayasa ihlali sayılabilecek sözleşmeleri 'değerli' veya 'elzem' gibiymiş gibi ortalığa salıyorsun?!
Temel meselen adaletsizlik ise, bunu çözmeden her türlü yasa veya yaptırım zaten hikaye...
Şu, 'milletlerarası' veya 'uluslararası' kılıktaki kuruluşların hepsi; Gözle görülmez, sınır tanımaz, çakma gölge 'imparatorluğa' hizmet eder.
Şekillerin ötesindeki ezeli gölge soy imparatorluğun 'bakanlıkları' de.
İnsanlık üzerindeki 'saltanatlarının' sürdürülebilirliği esas. Yoksa puf diye varlık sahnesinden düşecekler belki de...
Şekilci olan, sınırlar var sanan.
Düşünsene, yakın dövüşteki rakip, görünür olduğu sürece ne yapacağını bilirsin. Ya görünmez olsaydı? Keskin nişancıların en büyük korkusu görülmek. Kaçak dövüşür ve her yönden vur-kaç yapardı. Neye uğradığını şaşırır, olan biteni de hep başka alemlere bağlardın.
Bir bakarsın, davasında bir 'haklı' bir 'haklı' ki ortalık yıkılıyor.
Sonra bir daha bakarsın, başka 'haklı' birine, gerçeklerin adam gibi araştırılması fikrine sus-pus.
Bu da iyi yine; Yeter ki dün söylediği yalanları unutup, kendisiyle taban tabana çelişen söylemlerde bulunmasın.
Bazı fikirleri yerince iyi de olsa, sabit fikirli olur bunlar.
Yemini henüz sahaya girer girmez, memlekete-millete görev bilincini de çarka girince unutur giderler.
Biatçıların tek dertleri, taraftar olduklarını hedefe taşımak artık.
Şuursuzca...
Neye mal olursa olsun...
Nasıl olursa olsun da yeter ki bunlar 'kazansın' yani...
Şekilde görülen bu...
Bir de görülmeyeni var. Yeter ki 'kazanılmasın' için ne gerekiyorsa yapılanlar.
Maksat her kesimden millet kendini temsil ediliyor, birileri yapıyor, kendisi seçiyor sansın...
Artık iyice anladık ki; Siyasi veya popüler sahneye çıkanlar, merkezi dogmaya hizmet etmiyorsa basitçe sahneden itiliyor. Hakikati araştıran gerçek bilim insanları dahil.
Örümcek ağı gibi her yeri sarmışlar. Ağa düşenlerin yetenekleri, olağanüstü fikirleri, özel becerileri, özgünlüğü hele cıss, hiç sayılmaz.
Tek koşul, koşulsuz biat.
Dolayısıyla, memlekete-millete hizmet edeni ara ki bulasın...
Kabul edilirken özel yeminler edilmiş tarikat, cemaat, örgüt, loca ve benzerleri de bu anlamda çok ilginç.
Çoğu yeminde ve süreçte, aile dahil tüm aidiyet kimliklerden çıkarır.
Kendilerine biatı daima en tepeye koymaları, neler neler demek aslında?
"Boş yapma, siyasete gir madem!” diyen arkadaşımın ısrarıyla yeni kurulan partinin bir davetine ve toplantısına katılmıştım. Basma kalıplarından çok rahatsız olmuş ve sorularımla çok da rahatsız etmiştim. Artık böyle bir parti yok. Olmaz tabii. Siz kimsiniz yani?!
Amaç belli;
Hiçbir şekilde temsil edilmediğini düşünen milyonlarca insan, sadece birleşecek çatı arıyor.
Israrla tek yapmadıkları, özenle bölüp dağıttıkları da bu!
İlle de kopyala yapıştır bir ideotloji, çakma kalıp bir sisteme biat ettirecek. Yoksa hemencik: "Bızdan deyilsın."
Siz kimsiniz sahi?
Tek bildikleri piramit tipi hiyerarşik 'yönetim'.
Tepedekinin bildiğini bir 'alttakiler' bilmez, yalnızca itaat eder falan filan derken;
En büyük güç olan taban ise, 'büyük bir şeye, insanlığa' katkı ediyor saflığında hizmet ettirilir. Tepelerde esen yellerden bihaber taban, danışık dövüşlere ilk harcananlardır da. Nasılsa çoklar. Kim kime dum-duma arada kaynar...
Tek tek kimsenin bir önemi yok. Bunlar için taban, çok uzaktan bakılan muazzam bir kitle, enerji... Çarkı döndüren 'yakıt' gibin 'bişi' yani. 'Kalabalık', sürülmesi gereken 'sürü' olarak görürler.
Bir sloganda: "Kontrolsüz güç güç değildir." demişler.
Külliyen palavra!
Hem de öyle bir güç ki bu güç... Varlığını görme, sayma ve seyreyle bak şuursuzluğundan bir bir neler 'araklayıp’ suratına çarpacak...
Yeter ki, bu 'kalabalık', fazla 'semirmesin', havalara girmesin, kontrolden çıkmasın hani..
Bütünde kuklanın tüm iplerini gerçekte kim-ne tutuyor, neden insanları insanlıklarıyla çarpıştırıyor, asıl niyeti ne tabandan kimse bilemez.
Dolayısıyla şu piramit tip organizasyonlar gayet kullanışlıdır da. Partiler, eğitim kurumları, bu yapıda ne varsa hepsi dahil;
Sen lidere oyna, lideri kaptın mı tamamdır. Tebaası otomatik olarak senin yani. Ne denirse yapacaklar, yoksa ayağının altındaki halıyı kaydırırlar. 'Kararsızlar’a da gözdağı olur hem...
Seçim zamanları cemaatleri: "Şuna oy vereceğiz." şeklinde yönlendirmeler suç sayılmalı.
Şu memlekette bir tek sade vatandaşın arkası yok. Bu kadar 'sayılmayan’ca, bazı aidiyetlerde kendini önemli hissediyor herhalde...
İnsanlar da artık önemle fark etmeli ki; Sahneye konulmuş hiçbir parti veya oluşum, kendisini temsil etmiyor.
Bilerek veya bilmeyerek fark etmez bize.
Netice; Milletin ayazda kalmış yalnızlığı...
Terk edilmişliği...
Haince sırtından vurulması.
Türkiye Büyük MİLLET Meclisi'nde oturanlar için 'Yönetim, yöneticiler' ifadelerini kullanmak yasaklansın.
Halk kendi içinden pırıl pırıl gençler seçsin. Bunlar özel eğitim görsün. İyice anlaşmış mı anlayalım diye sınavlara girsin. Yalnızca yemin ettiği görevini yapsın ve vadesi dolunca çekilsin. Hepsi bu!
Görünmez dedik ya;
Sanırım son yıllarda kendilerini bu devrin 'cahillerine' de görünür kılma derdindeler artık. Normalleştirmeye çalıştıkları ne varsa buna işaret ediyor. Vakti gelince şok olma, yerini de 'bil' diyedir. :)
Herkes, aklının alamayacağı kadar çok şeyin cahili, farkında olmasa da bazı şeylerin ise alimi.
Kimse de alim olduğundan o gizemli baloncuk 'tepelerde' oturmaz.
Piramitin altındakileri taşıyacak gücü vardır sadece. Bu gücü de yine onlardan alıyordur aslında. Tam komedilik...
Hani mafya olaylarından biliriz. Has kişiyi indirecek kiralık katil tutar, sonra bunu da temizleyecek başka bir kiralık katil tutar, ona da biri...
Peki ya bu şapşikler, sormadan sorgulamadan biat yerine azıcık aklını kullansaydı?
*
Kontrollü karşıtlık, her görüşün ipini perde arkasında elinde tutarak bunları birbirine çarpıştırmak gibi. Algılarla istediği gibi oynar. Tüm ipler elinde. Birkaçı kesilse, bütüne kurguladığı gibi hareket edemezdi zira.
Ve 'yönetim' ifadesi başlı başına çok çarpık bir anlayış.
Ortada bir 'yönetim' varsa, adı ne olursa olsun, süsleyip püsleyip önüne konulan ezeli soy saltanatının silsilesi demek...
Bunların dertleri inanç, fikir, 'ırk', din ayrılıklarımız filan hiç değil.
Irk diye de bir şey de yok zaten. Kök hücre varyantları denebilir ancak. :)
Çevre koşulları, bilinçdışı kitlesel hafıza ve kültür kalıpları şekillere yansır.
Tüm bunları çarpıp-bölüp, icat edip, sivriltip ortaya salmaları da;
Maksat, birbirimize düşelim, güç birliği yapamayalım, hep 'diğerleri' diyelim, hep bir tehdit, korku duyalım ki;
Müthiş hayal etme ve bilinçli düşünebilme gücümüz, kafalara sinsiledikleri basma kalıplarla yerinde çark edip dursun...
Sonra da hortumladıkları 'kararsız-şuursuz' enerjinle sana 'bişiler bahşediyormuş' gibi yapsın. Oh ne 'ala'!
Kimsenin gerçekte görmediği, üstelik pek de 'bilinemeyen' uyduruk bir tehdit ve korku sanrısı icat et; Kurtarıcıyı oyna; Hop kollarına koşsunlar hesabı...
Tek dertleri; 'bi bilinmeyene', bilinemeyecek olana ters-köşe algılarla korku çakmak.
Gerçekte korkan düşünemez, düşünebiliyorsa şimdi-burada korkacak bir şey yok demek ki...
Allah'ın yarattığı 'öz-hakiki' sistemin esası bu. Şimdi-burada üstüne gelen gerçek bir tehdit anında bilinçli düşünebilme yetisini geçici olarak dumura uğratır. "Şöyle mi yapsam, böyle mi." demeye, düşünmeye hiç vakit yok diyedir. Yalnızca yaparsın...
Çoğu kişi böyle anlarda aslında 'kendinde olmadığını'; belki de daha doğru ifadeyle, tam olarak esasında kendinde olduğunu deneyimlemiştir.
Bu beden sisteminin anlık tehditlere karşı kendini koruma mekanizması sadece.
Bedenin aslında hep uyanık ve tetikte olduğunu da daima HİSsedeBİLİRsin.
Sürekli çakma korkular salınınca düşünebilme yetisinin servis dışı kalacağını ve sündürüldükçe şuursuzluğa davetiye çıkacağını da hepsi bilir...
Aklımıza gelenler ile bilinçle düşündüklerimizi de birbirine karıştırmayalım. Tamamen farklı konular.
Sistemin kendisinde korku yalnızca bir uyarı alarmı gibi. Zile basar, ötesini sistem yapar. Uzun uzun korkulmaz da yani.. Yalnızca ne yapılmayacaksa veya yapılacaksa yapılır.
Şuursuzca korkan kolay idare edilir. E gerçekte sabit olarak korkulacak bir şey yoksa da birbirlerinden korksunlar 'di mi' ya?:
"Kah birbirlerinin fikirlerinden, kah nefeslerinden, neşelerinden hep, hatta toptan birbirlerinin varlığından korksunlar. Değişik olan ne varsa korksunlar. Korkmalarına doyamadık kiii! Bi daha, bi daha müthiş öz-varlıklarını hatırlayamayacak kadar korksunlar..."
Ezeli asil soy iddiasındaki saltanatın sürdürülebilirliği adına ne varsa, şuursuzca korkanların kendileri yapar artık...
Çok da belli olmasın,
Çok da 'şeyetme' diye de;
Dalga dalga...
Alıştıra alıştıra...
Bunlar da pis işleri kendileri yapmazlar. Hep topluluğun içinden veya böyle gösterilen, afili etiketiyle havaya girmeyi seven biridir. Bunlar da ne yaparsa yapsın hep 'onlar' kalır.
Acil durumda kırılacak camlar gibi, ihtiyaç halinde ilk harcanacak olanlar...
Şimdi burada tek delili olmayan korku, düpedüz vesvese sayılır. Allah'a itimatsızlık da her türlü şuursuzluğa davet...
Daha önceleri de hep yazdım. Neyse ne, gösterilenlere hayret edip geçelim.
Hayret yargısızdır.
Hamd etmek gibi de...
Ve şimdi;
Allah vergisi,
Bir tek insanlığa mahsus,
Müthiş bilinçli DÜŞÜNEBİLME, yani HAYAL KURABİLME ayarımızın esasının ortaya çıkmasına izin verelim.
HAYALLERE ÖZGÜRLÜK HAREKETİ **
#HÖH
Hiçbir şeyden emin olamasam da; ileride #HÖH yazıları halen yerinde duruyorsa: "Neo-cahiliye' devrinde 'kutsal insanlığın' muktedir hayal gücünün, gülünç dalaverelerle hortumlandığını te zamanında anlatmaya çalışanlar dosyasına..." denileceğine eminim neredeyse. :)
Bu muktedirler de kendilerini tarih okuyarak, olaylardan ders çıkararak aydınlanmış ve her bi'şeyleri çözmüş sanabilir tabii...
Tarihi okumayı deneseydi, tarih yazardı belki de...
Muazzam hayal gücümüzü, bir bize mahsus bilinçli düşünebilme yetimizi, her birimizin eşsiz benzersiz özgünlüğünü,
Allah'la birliğimizi niye hiç mi hiç çekemesinler ki değil mi?
Hayret yani! Çok tuhaf...
Daha da ilginci; İnsanlık denilenlerin, Allah vergisi ve bir tek varlığına mahsus muazzam tabii gücünü fark edememesi...
Ortalıkta dolaşan türlü çeşit kılık kıyafetteki İDEOTLOJİLER peşinde tam gaz koşarken etrafı pek göremiyorsa demek...
DUR!
Bir mola verelim:
Gerçekte nasıl yaşamak isterdin?
Başkalarını, imkan ve imkansızlıkları da boşver.
Hatta 'gerçekleri' bile.
Hayal bu, sanal tapusu, faturası dahi yok...
Bu alemin harikalığına hayretle,
Sadece oyun oynayan çocukça coşkuyla hayal edebilirsin.
Aklına gelenlere de şöyle bir bak:
Neticede bu yalnızca bir hafıza kaydı. Tam da dosyayı açan tetikleyiciyi bulmuşken: "Bununla ne yapalım?" diye sorar belki de.
Olasılıklardan bir olasılık.
Buna da sadece hayret etsen yeridir.
Ve: "Bu da mesele olmasaydı ben gerçekte neyi seçerdim?"
Ve asıl hayret edilecek olan, hayalin gerçekleşmesi de değil;
Bunları bilinçle düşünebilme!
Sahi neden ve nasıl bu kadar güzellik?
Belki de her zerren öyle bir kıymetli ve muazzam ki; Nerelere saçtığını, kimlere kullandığını, nelere kullandırdığını fark etmeli...
Belki de bazı gölgelerin varlığı sırf buna bağlı.
Basitçe; Korku frekansının dışına çıkamaz,
Neşeye coşkuya, hiçbir fikir yürütmeyen coşkulu hayrete hiç çıkamaz.
Hayret nasıl acayip bir histir, hissedebilenler bilir.
Hayret ettikçe biricik varlığının 'muhabbetine' açılan farkındalık, tüm kalıpları bir bir yerle bir edebilir. Sonra bir de buna hayret edersin.
Ve gittikçe, hakikatinin varlığının muhabbetinden gayrı hiçbir halt bilemeyeceğini de kavramaya başlarsın.
Her bir şeyleri bildiğini satanların, kendini var kılmak için senin muazzam gücünü kendi yavan frekanslarında titreştirmenden başka çareleri yok.
Yargılanmaya da daima gönüllüler. Saçıma takmam misali.
Olumlu-olumsuz yargıların tümünün aktardığı gözlemci etkisi, bunların kitlesel kurgularını besler.
Medyaları, film sektörleri, kitapları, eğitimleri, siyasetleri, öne çıkarılan popüler akımları, tezgahlanan olaylar, algı yönetimleri, bilinçdışı kodlu sembolizmleri; Nereye-kime baksan bak, en dipte aynı merkezi tahakkümde durmakta.
En büyük dertleri, insanlığın odağını kitleler halinde kendilerine yönlendirmek.
Kurgusal varlıklarının sende görünür kılınması, tamamıyla senin kendi varlığınla ne-nasıl yaptığına bağlı zira.
Bilerek veya bilmeyerek, insanlığa bol keseden çakma hikayeler anlatanların, ahkam kesenlerin biri de çıkıp desin ki;