?>

Kim kimin şarkısını söylüyor?

Sümeyya Demirel

3 yıl önce

ERBİL'de bulunduğum sürede gördüklerim hayat görüşümü birçok açıdan temelden sarstı.
İşinde gücünde, siyasi veya başkaca fanatik taraftarlıkları bulunmayan bir insan, savaştan yeni çıkmış bu ortama girerse olabilecekler tahmin edilemez.
Düşün, bir de ona göre herkes önce insan. Önce kadın veya erkek de değil. 
Önce insan, diğer özellikleri yerine ve duruma göre ortaya çıkacaksa çıkacaktır. Bunu düşünmenin sırası o zamandır.
Hepsini yazabilir miyim bilemedim ama süreçte gördüğüm asıl ilginçlikleri başka bir yazıya böldüm. 
Uzun okuyamıyoruz!..” diye şikayet de geliyor ama bu da yeterince uzun olacak belli.
Tatlıses olayı”nın benim gördüğüm yüzü dahil, belge-kanıt da sunmayacağımdan hikaye diyeceğim. 
Mesele, inanıp inanmamak da değil.
Sabit fikirli taşların yerinden oynaması ve biraz da farklı pencerelerden düşünebilmek belki.
Halkın “İbrahim Tatlıses”, “İsmail YK” ve “Şivan Perver” hayranlığı…
Aşırı doz hayranlık” demek daha yerinde olurdu.
Çoğu genç, Türkçe bilir. Söylediklerine göre televizyondan öğrenmişler.
Gençlerin coşkusu öncesinde “İsmail YK”yı tanımazdım. Orada da denk gelmedi. 
ŞİVAN PERVER…
Şivan Perver'i de tanımazdım. O sırada çalıştığım şirketin üst düzey ilişkileri güçlüydü, “VIPkonserinin organizasyonunu üstlendi.
Sesini ilk olarak 'acapella' canlı dinledim. Etkileyici ve güçlü bir ses olduğunu düşünmüştüm. 
K. oteli”, Erbil'in biraz dışında. Bir konsolosluk, uluslararası ofisler, “ağır misafirler" çoğunlukla buradaydı; “güvenli” sayılıyordu.
Şivan Perver, menajeri de olan yakın bir dostuyla geldi. Her hareketiyle her zaman “haza beyefendi”. 
Karşılıklı Türkçe konuşuyoruz. Türkçe bilmeyenlerin çoğu da Almanca veya İngilizce biliyordu zaten. Bunlar katılınca dil değişiyordu.
Orada insanların 3-4 dil bilmeleri gayet normal. Arapça bilmem, Sorani Kürtçe'yi ise artık anlıyor ama halen konuşamıyordum.
Genellikle iş toplantılarına katıldığım için anladığımı da söylemiyordum. 
Masada birisinin bana: "Neden dilimizi öğrenmedin?" çıkışına çok güzel bir cevap verilmişti: 
Rica ederim, bu ne demek?! Hanım misafir. Siz neden Türkçe öğrenmiyorsunuz veya bunu az önce konuştuğunuz İngiliz'e de neden sormuyorsunuz?
O an, bir ara yurt dışında yaşamış kişilerden tanıdık ortak hissiyatı sezdim.
Fikirlerini çekinmeden üslubunca “dan-dan..” söyleyen biriyim. Sonraki karşılaşmalarda da uzun uzun anlattı, görüşlerimi nezaketle dinledi. Katıldı veya katılmadı, hep gerçekten dikkatle dinledi ve üzerinde düşünmeden, sırf laf olsun diye bir tek ezber cevap vermedi. 
Fikirler hep böyle konuşulabilseydi insanlar birbirini çok daha kolay duyabilirmiş” demiştim.
Neticede beni çok 'kafa' buldular ve diğer şehirlerdeki halk konserlerine de götürmek istediler.
E pasaportum işlemde!” diyecek oldum. Yüksek rütbeli biri de yanlarında: "E burada pasaportun biziz!..” dediler ve konvoy çıktı yola.
Otel bölgesinden çıkınca anladım asıl. 
Adım atamıyor. Görenler, aracın önünü bile kesiyor. Yolda sokakta her yerde insan seli geliyor üzerine. Hiçbirini reddetmiyor. Hepsiyle tek tek konuşuyor. Fotoğraf çektiriyor.
"Böylesini de hiç görmemiştim, senin gibi davrananı da!..” dedim. 
Saddam, bir dönem onun kasetiyle yakalanan askerlerini infaz ettirirmiş. Gelenlerin bazıları gözü yaşlı anlatıyor da: 
-Söyle, nasıl sarılmayayım bu analara veya bu kardeşlere de yoruldum diyeyim?..
Yolda, menajerinin tüm şiveli oyunculuğuyla da anlattığı hikayeye gülmekten kırılmıştık:
Dağ köylerinden birinde bir dede, sabah açmış ellerini gökyüzüne ve dua etmiş: “Allah'ım yalnızlık canıma tak etti. Bana melek gibi güzel yüzlü bir eş gönder yalvarırım artık. Ben gari istirem…
ABD askerleri bazı 'güvenli' bölgelerden paraşütle indiriyormuş.
Hop… Bunun bahçesine, sarışın mavi gözlü bir kadın asker düşmez mi?! 
Deliye dönmüş: “Allah'ım bana bir melek gönderdi…” şekli el koymuş kadına.
Kim gelse: “Geri durun, kimseye vermem. Onu bana Allah verdi!..” diyormuş.
Kriz çıkmış…
ABD ordusu, askerini zor almış o dedenin elinden.
Konsere kadar dinlenilecek bir çiftliğe geldik. Nüfuzlu birinin havuzlu villası. Havuz başına bir sofralar kurulmuş. Yıkılıyor ortalık.
Çalışanlar dahil, ortalıkta bir tek kadın yok. Rahatsız oldum. Havuza girecekler de rahatsız olmasın diye anlayış gösterdiler.
Yemekten sonra eve davet edildim.
Mutfağın önündeki verandaya seyyar bir mutfak kurulmuştu. Burada çalışanlar da hep erkek.
Dışarıdakileri tek tek sayamam yani, o kadar 'üst düzey' bir grup. Eve girince hayretler içerisinde kaldım.
Ev kadın dolu. Bazılarının eşleri de burada anladığım kadarıyla ama ev sahipleri dahil hepsi kendi havasında.
Dışarısı yıkılıyor, bunlar bir rahat bir rahat, inanılmaz. Açmışlar müziği, keyif yapıyorlar. 
Bizde olacak bu; Yani milletvekilleri, bakanlar, fazlası ve bir star gelecek, evde yer yerinden oynar. 
Genel olarak kadınlar o kadar rahat ki. 
Bir eli yağda bir eli balda, hizmetliler etrafta. Kendi misafiri değilse, ağır misafir filan gelecekmiş hiç takmıyor. 
Sorumluluğu da değil. 
Evin erkeği, bahçeye düzeni kuruyor, organizasyonu kadınları hiç karıştırmadan yapıyor ve ağırlıyor. 
Kadınlar süslenip - püslenip konsere gittiler yalnızca.
Konser alanında en son bize, protokoldeki yerimizi gösterdiler ve gittiler.
Konser başladı
Henüz başındayken ortalık karıştı.
İzdiham kontrol edilemez hale gelmeye başladı. Sahneye uçanları kimse tutamıyor. Ezileceğiz neredeyse.
Nihayet kalabalığı yardılar. Bizi ablukaya alıp, oradan çıkardılar. Arabaya bir gidişimiz, sahnenin arkasından Şivan Perver’i oradan bir çıkarışımız var, aynen filmlerdeki gibi.
Bu ne sevgi arkadaş! 
Şarkı dinlemek değil dertleri sanki: “Gördüm ya yeter!..” diye böğrünü yırtıyor. "Bir sarılayım nolur, ben de ben de..."
Sevginin bile bir ayarı olur. Menajerin ayağı filan kırılmaz yani.
Maceralı birkaç gün ardından gitme vakitleri geldi.
Son sohbetimizi hiç unutmuyorum. 
Öncesinde de fikirlerine çok şaşırdığım olmuştu ama bunda resmen kulaklarıma inanamadım. 
... O - bu - şu belki hayal ama biliyor musun, Büyük Türk birliği, Büyük Turan hiç de hayal değil..."
Sonrasında görüşmedik. Ama bazen gazeteleri okuyorum, her fikirden taraftan insanı dinliyorum. 
Bir aralar kaderin cilvesiyle karşılaştığım ve şahsen tanıdığım Şivan Perver bunların hiçbiri değil.
Tek bildiğim bu.
Yine cevabım:
Hiçbiri.
Bir defa daha anladım:
Halklar, kültürler siyaset üstü.
Önce insan” olduklarında, insanlığı gördüklerinde ise tek bildikleri birbirlerini insanca onurlandırmak.
Aslında bizim toplumda hep hatırladığım da buydu. 
Önceleri yalnızca “sağcı-solcu” bilirdik. Bu da, bu halkı başka türlü ayrıştıramayacakları içinmiş.
Sorana hep 'hiçbiri' derdim.
Böylelikle yanlış gördüklerine 'söylenme' hakkı da hep saklı kalırdı.
Kendin dahil kimseyi sabit fikirle kayırmamanın dayanılmaz hafifliği.
Kim olursa olsun, sorduğum hep: 
- Özgürlük ağalara beylere mi? Topraklar, insanlar hep ağaların beylerin 'malı' gibi davranılıyorsa veya bunlara 'hükmediliyorsa nerede bu özgürlük?
Cevap da hep: "Haklısın, bu kanayan yaramız..."
Peki şekil olarak böyle olmayan, bunların gözle görülemediği yerlerde durum farklı mıymış sahi?
İBRAHİM TATLISES
Oraya gidene kadar da şahsen hayranı değildim. Tutmadığım da sesi değil, yorumunu belki... 
Ve belki de magazin haberlerindeki halleri.
Orada da şahsen görüşmedim ama aynı otelde karşılaştım. Koruma ordusunun ardındaki masada oturuyordu. 
Aşırı ilgi görüyor” diyeymiş.
Sonraki dönemde fuar konseri için görüşme istenmişti. Menajeri, iş arkadaşımın arkadaşıydı. Teklifi biraz tartıp, düşünüp aradık.
Cevap:
Mümkün değil. Bir inşaat şirketiyle 'tek yetkili' bir anlaşma yaptık. İsim hakkı, konser... Başkasıyla çalışmamız imkansız artık.
Konuyu unuttuk gitti.
Aradan zaman geçti.
Sonraları “genel müdürün haraç skandalı”yla anılmış Fransız beton şirketinde Türk bir arkadaş çalışıyordu.
Zaten Türkiye, lojistik açıdan da ticaret köprüsüydü.
Halen 'riskli bölge' sayıldığı için batılı şirketler çoğunlukla Türkiye'den taşeron şirketler veya şahıslarla çalışıyorlardı.
Ortalıktaki batılıların hepsi eski asker veya gazeteciydi. Yabancı gazetecilerin veya haber ajansı temsilcilerinin gerçekten gazeteci olup olmadıklarını çok düşünmüştüm. Soruyorsun, bazıları yerel gazetecilerin en önemlilerini dahi bilmiyorlar. Veya hiçbiriyle görüşmemişler. İlginç...
Tanınmış yerel gazetecilerden biri de yakın arkadaşım. 
İbrahim Tatlıses'in isim haklarını da verdiği inşaatın bir kısmı bitmiş ama “satışlar yerlerde” diyorlar.
Tatlıses'in “beklenen yükümlülükleri yerine getirmediğine ve inşaat şirketinin batacak duruma geldiğine” dair söylentiler dolaşıyor.
İnşaat şirketinin sahibi bir Arap. Araplar bölgede ancak yerel bir kefille ikamet edebiliyor. Veya bunun gibi dev boyutlu bir yatırım veya anlaşmalarla.
Fransız beton şirketinde çalışan arkadaş, Tatlıses'le bir proje anlatıyor bir de baktım. “E hani bu şirketle 'tek yetkili' anlaşması vardı?
Yukarıdakiler işin içinde, kim takar Arabı!..” hesabıymış.
Aynısını gazeteci arkadaştan da duydum sonra. Kesinlikle sıkıntı yokmuş. Yani...
Türkiye'ye dönerken aklıma ilk gözlemlerim gelmişti:
Her araç koltuğunun altında veya bagajda en az birkaç kalaşnikof. Bu çok normal. Kimse sakınmıyor, saklamıyor da.
Herkesin belinde bir silah. Mekanlarda, “sigara içilmez” uyarısı gibi camlarda “silahla girilmez” uyarıları...
Elinde “keleş”le dolaşan kolluk güçleri gayet normal..
Bulunduğum silahlı mekanda çatışma çıkması...
Neler neler...
"Yahu insan azıcık tırsar" diye kendi kendimin tuhafına gitmiştim düşününce...
Döndükten bir süre sonra silahlı saldırı olayını duydum.
Bir hafta veya daha kısa bir süre önce bu inşaat şirketiyle anlaşma için “cemaat toplantısı” yapılacaktı.
Cemaat toplantıları”nın ne demek olduğunu bilenler bilir. 'Cemaat' bir kuruldu mu çıkan karar da “hüküm"dür gayrı.
Katılmamış mı, rest mi çekmiş, ne olmuş tam olarak hatırlamıyorum ama karşı tarafı çok kızdırmış. 
Karşı taraf, çaresizliğiyle başbaşa bırakılmış.
Hemen akabinde bu.
Keleş...
Husumeti olan kişi de yıllarca durmuş durmuş...
Neyse işte. İlk düşündüğüm klasik soru: Bu en çok kimin işine yarardı?
Muhtemelen sözleşme halen geçerliydi, isim hakları da.
Değerlenirdi herhalde.
Ölseydi...
Ve vay canına ne etkileyiciydi;
Şu son senede, yeri geldi öksüreni kurtaramadılar ya. 
Araçta kafasından vurulan başkası da vardı. “Kafasından vurulmuş insanları kurtardılar, düşünebiliyor musun? Doktorlarımız, hastanelerimiz cidden donanımlıymış” demiştik.
Vee aslında failleri anında bulmuşlar da basın yasağı sebebiyle saklanmışmış.
Vay canına, istediklerini nasıl anında bulabiliyorlarmış meğersem de!..” demiştik.
Bu şirketin sahibi, bir süre sonra, davul-zurna eşliğinde kurbanlar keserek 'ortağının' kurtuluşunu kutladı.
Bu da duyuldu. 
Ötesi, herkesin bildiği sır.
Hikaye burada biter.
Hep aynı eski hikayeler işte...
**
Vee duyuruyorum! Ajan filan değilim. Hiç olmadım.
Süreç hakkındaki devam yazıları tuhaf gelse de gerçek bu.
Bulunduğum ortamlar, ilişkiler, donanım bazı ajanları kıskandırabilir belki, o ayrı. :)
Bunu da orada öğrendim. “Ajanşüphesiyle bakılmaya alışmıştım artık. 
Hele birinde afili bir komutanı, ajan olmadığıma ikna etmek için arkadaşımla bir hayli dil dökmüştük.
Arkadaşımın 19 yaşındaki erkek yeğenine, yakın mesafeden tutulan silahı etkisiz hale getirmeyi gösteriyor.
Bildiğin Aikido bu!..” dedim.
Tanımıyor.
Deneyebilir miyim…” diye sordum.
Şrak!..” Şarjörü çıkardı.
İki saattir çocuğa böyle gösteriyormuş bir de. 
Neyse işte iyi ki de çıkarmış
 Çocuğa gösterdiği silahı almak, yana itmekti. Nasıl yaptım gerçekten bilmiyorum, öncesinde de hiç özel olarak gösterilmemişti bu.
Bir defa tek tek anlattı…
Ben, tek haraket ve bunda kendisini vuruyor şekline dönüverdi silah. 
Adamın tek parmağı, benim iki parmağım kalınlığında. Taş dövmüş sanki. 
Herkes şaştı kaldı. Herkesten çok da ben şaşkınım.
Yarım metre havaya zıpladı birden:
"Kimin ajanısın sen?!."
Yalnızca spor niyetine yaptığımı” anlatana kadar çatlattı bizi.
Nüfuzlu ortak tanıdıklar arandı.
Bu defa da bu kadar farklı kişinin bana neden sorgusuzca kefil olabildiğine şüphe duydu, derken sonunda sakinleşti. 
Sırf bu sebeple sorguya götürüyordu neredeyse. 
Arkadaşımla çok güldük sonra bir de. 
Şimdi düşünüyorum da yine, cidden sıyrıkmışız. Zerre korkmak filan yok. 
Alışmak…” desem, ilk gittiğimde de özel bir düşünce geliştirmemiştim.
Güvenlik kalbinde inancım herhalde.
Güvende hissedersin, her dem korur.
Bunu hep yaşadım.
Bir gün aksi olursa “vakti geldi diye”dir, artık o kadar eminim.
Birkaç ay sonra İstanbul.
Karlı bir günde güne gülümseyerek yürüyorken, “çatırt” diye bir ses duyacaktım. Yüzümü sıyıran bir gölge ve yerde koca bir dal. Budakların arasında kalan tek boşluğun tam ortasında duruyorum. Konum milimetrik hassasiyette. Bana hiç dokunmadan böyle düşmüş olması inanılmaz. “Ölçsen, geçemez” dersin.
Yoldaki bir araçtan, nutku tutulmuş bakan sürücüyle göz göze geldik… Sekerek dalların arasından çıktım ve yürümeye devam ettim.

Tam da o sırada doğanın muhteşem ahenginin müziğini dinliyordum. 
Müzik ruhun gıdasıdır.
Genelde şarkı dinlemem. Ancak canlıysa makul bana.
Sözlerin ruhuma karışmasını istemem.
Söz sahibinindir.
Müzik, her zerremde canım nasıl isterse öyle akmalı.
Müzikle karışık sözlerle, duygu dikte edilmesinden dahi hoşlanmayan bir tip yani.
Her ayrıntının dikte edildiği meslekler, istediği kadar başarıdan başarıya koştursun.
Çok tuhafıma gider bu benim. 
İlk günden kovulurdum herhalde.
Tıpkı lisedeki ilk gün sınıftan kovulduğum sebeple.
Bazı şeyleri basitçe ruhun istemez ya...
İşte böyle.
Bu elimde değil belki de.
Elimde olanları yapamamak, aşırı doz acayipliklere susmak zorunda bırakılmak delirtirdi herhalde.
İnsan olanı delirtiyor da bence.
Piramit, ahtapot tipi örümcek ağı organizyonların ve elemanlarının durumu gayet ortada.
Görene de göremeyene de ortada artık.
Tam yerinde bam teli:
Defalarca ‘kayık’ geçtiği ve çağrıldığı halde derinden imanıyla: "Allah beni kurtarır, etraftakileri toplayın!..” demiş. 
Sonunda sele kapılınca da: "Beni niye kurtarmadın!..
- Sen asıl kurtarıcının, sessiz ordularını ve kullarını hep şimdiye gönderen Allah olduğunu idrak edene kadar daha kaç kayık gönderecekti ki?!
Tıpkı beni o karlı günde, az öncesinde bir an durduran araç gibi. Hafiften kızmıştım oysa o an.
Kim O 'kurtarıcı'!?.
Kim?
?
.
Sümeyya Demirel, dikGAZETE.com

YAZARIN DİĞER YAZILARI