İnsanı kendinden uzaklaştıran şey, kendine olan yolculuğudur.
Kahvesinin üstündeki köpüğe baktı…
Orada aniden beliren bir mesaj varmış da onu kaçırmaması gerekmiş gibi hissediyordu...
Mesajı alamayan herkes gibi hüzünle caddenin köşesini gören kafenin büyük camından dışarıya baktı…
Bu Haziran yağmuru olmasa, kimse koşarak buraya girmez diye düşündü.
Kapının üstündeki zil o kadar çok çalıyordu ki…
Orada nefessiz kalacağını düşündü.
Birini bekliyor gibi yapıyordu…
Öyle ya insanlar, yalnız başlarına kahve içerek caddeye yağan yağmura mesajı alamamış gibi bakmazlardı…
Uzun zamandır, gittiği pek çok yerde birini bekliyor gibi yapıyordu…
Bu, onun kaçış bileti, zırhı, üniforması olmuştu…
Kahverengi saçlarını iki yana ayırmış, deri önlüğünde, sıcak tava izine benzer bir leke olan garson kız, ara ara masanın yakınından geçiyor, kahvesini kontrol ediyordu.
Mesaj falan yoksa kahveyi bitirmeliydi…
Caddenin döşeli taşları arasına doluşan yağmur, minik bir kediye su kasesi olmuştu; tam yalanarak suya yaklaştığında yanından geçen büyük hızlı ayaklar onu ürkütüyordu…
İçinden, yaya trafiğini bir anda durdurmak geldi…
Köşenin karşısındaki kitapçının yan tarafındaki restoranın önünde sürekli molaya çıkan gencin, sigarasını neden hep yarısına kadar içip, söndürdüğünü merak etti.
Bu bir-iki nefes alıp, tekrar içeriye girmesine neden olan şeyin verilmesi gereken bir karar, yetiştirilmesi gereken bir iş olmasını diledi.
Birini bekliyor olamazdı…
Bu caddede, birini bekliyor gibi yapan bir tek kendisiydi.
Her yalnız kalışın, birini beklemek olmadığı zamanlara ışınlansa ne güzel olurdu.
Başka bir işe kadar uğranılmış ve birazdan çıkıp gidilecek gibi yapılmadığı zamanlara…
Üzerindeki küçük yeşil hırka, gerçekten küçük kalmaya başlamıştı, bunu annesi ona hediye ettiğinde ne kadar büyük gelmişti oysa.
Git gide genleştiğini, zamanın içinde eşyalara da sığmadığını sandı.
Büyüdüğünü, bu yeşil hırkadan anladığını kimseye söylememişti.
Çünkü onlar böyle öğrenebilenlere karşı hep acımasız olmuşlardır; bunu biliyordu.
Duvardaki saate bakmayan insanlar için dönüp duran o saatin hissettiği yalnızlığı anlamaya başlarsa buradan gidebilirdi.
Yan masa konuşmaları, bardak kaşık sesleri uzaktan derinden bir yerden geldiğinde, iç organlarının sesiyle, aklının kıvrımları birbirine uyumlu uğultusu rahatsız etmeyen bir hal aldığında, insan ne vakit kendine odaklansa, etraftakilerden uzaklaşılıyor sanıyorduk.
Oysa etraftaki her şeyi yerli yerinde görmemizi, kabul etmemizi, ahenginde ve ritminde saymamızı sağlayan yegane şeydi kendine dönmek.
Tüm mesaj bekleyenler derneğine üye olanlar gibi; ki görünmez bağlarla bağlı ve aidatını sürekli ödedikleri bir grup insan olduklarına emindi.
O da vaktin akşama doğru olan büyük kısmını bu caddeyi izlemekle geçirmesinin, birini beklemediği anlaşılsın ve onaylansın diye olduğunu bal gibi bilmesine rağmen itiraf edemeyişinin sebebi, seçimleriydi…
Böylece kalakalmayı o seçmişti.
Buna inanmalıydılar…
Onu yoran ve Allah vergisi anlayışının anlaşılamaması, sadece karşılaşan ve nezaketen birbirine selam veren iki insanın ayaküstü yakınlaşması kadar varlık hissediyordu.
Ötesi yoktu.
Olmuyordu.
Çünkü herkes bir yere yetişiyor, birini bekliyor, zaman ayırıyor veya görev ifa ediyordu.
İşte olduğu zamanları, avına usulca yaklaşan bir yırtıcı edasıyla yapmanın, asıl niyetinin çiftleşmek olduğunu belli eden orangutanın sadeliğinde aşkların ve hayatta kalmak için vahşiliği seçmiş bir yılanın merhametine doğru hızla ilerlediğimizi…
Piramitleri yapan insanın bu dünyaya ait olmadığını falan anlatan belgesellere imza atan hız ve kolaylık çağının insanlarıydık...
Teşkil ettiği yeri hızlıca değiştirmesi gerekli olduğu kendine iyice belletilmiş…
Gelen mesajların, sadece ekranda olduğunu sanması harikulade sağlanmış…
Ve kendine dönmenin sadece reçetelere yazıldığına alıştırılmış birini bekliyor olamazdı.
Kimseyi beklemediği anlaşılsın diye kahverengi saçları ortadan ayrılmış, deri önlüğünde yanmış tava izi olan kıza bir kahve daha söyledi.
Mesaj, bu seferki köpükte olabilirdi…
Yağmur şimdi dinmişti.