İngiltere başbakanı Liz Truss’un istifası, neo-liberalizmin iflasının, eskilerin deyimi ile ‘tecessüm’ etmiş (cisimleşmiş) hali oldu.
Yok, İngiltere’de devrimin yolu açılmış değil elbette, onun yerine benzeri gelecek.
Thatcher döneminden beri iman edilmiş neo-liberal ekonomi anlayışı, biraz şekil değiştirecek; bahanesi, doğru ekonomik politikaların zamanlamasının yanlış olduğu.
Liberalizm/ neoliberalizm oyun hamuru gibi hep şekil değiştirerek, zaman ayarı yaparak ilerler.
Thatcher’dan yorulan Britanya’da onun siyasetlerini sürdürmek, zamanında ‘üçüncü yol’ kılıfı ile Blair liderliğinde İşçi Partisi tarafından sürdürülmüştü.
Zaten, Blair, Thatcher için ‘manevi annem’ falan diyordu.
Sonra İşçi Partisi’nin ayarı iyice bozuldu, sola kaydı olmadı, şimdi Starmer liderliğinde sağa kaydı, bayrağı devralmaya hazırlanıyor.
Niyetim, İngiltere üzerine siyasi yorum yapmak değil, oradan hareketle, neo-liberalizmin sonu mevzusuna dikkat çekmek. Aslında yeni değil, özellikle son on yılda neo-liberal ekonomi politik, siyasi zeminini çoktan kaybetti.
“Otoriter popülizmin yükselişi” denilen olgu, bu gidişin siyasi sonuçlarından biri, ama kah Trump’ın, Johnson’un kişiliği, kah aşırı sağ demagojiye kapılmış kitleler, “gerçek sonrası dönem” (post-truth) gibi, düzmece kavramlar çerçevesinde değerlendiriliyor.
Sanki siyaset, daha önce gerçekler üzerinden yapılırdı, birtakım adamlar düpedüz yalanlar üzerine propaganda yapmaya başladığı için ‘mertlik bozuldu’!
Doksanlı yıllardan itibaren, yani Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından, neo-liberalizm, bir ekonomi politik ekolü veya yumuşak ideoloji olmanın ötesinde, tarihin galibi ilan edilerek, tarih ötesi bir ortodoksi haline geldi.
Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, öncelikle bürokratik otoriter bir rejimle sonuçlanmış olan sosyalizm hayal veya iddiasının kaçınılmaz iflası olarak değerlendirildi, sol/sosyalist ütopya hükmen mağlup olmuş sayıldı.
Diğer taraftan, modern tarihin tüm melanetlerinin sorumlusu, sosyalizm, hatta her türlü sosyal adalet, toplumculuk fikri olarak tanımlanmaya başladı.
Buna karşın, kapitalist/liberal ekonomi politik ‘demokrasi’nin teminatı olarak kayda geçti.
Serbest piyasa ekonomisi tüm dünyaya yayılınca, küresel ekonomik bağlantılar öne çıkacak, her yer demokrasi ile tanışacak, demokrasiler birbiri ile savaşmadığı için dünya barışı sağlanacaktı.
Sovyetler Birliği gibi bir bela ile uğraşmak zorunda kalmayan ABD/Batı ittifakı da aynı ekonomik modeli benimseyen diğer ülkeler de dünyanın refahının artmasında yarışacaktı, vs. Bu arada, ulus devletlerin ve politikanın da anlamı kalmayacaktı ve neredeyse polislere, askerlere, silahlanmaya da gerek kalmayacaktı.
Zaten siyasal alan da artık yerel ve küresel sivil toplum kurum ve hareketlerinin alanı hâline gelecekti.
Bu denli zırva bir propagandanın, sol siyasi çevrelerde dahi makes bulmasının en büyük nedeni, kapitalist ekonomi politik’in değil dünya barışı, dışarda savaşsız, çatışmasız, iç politikada devletin baskı araçları olmadan varlığına devam edemeyeceği gerçeğinin rafa kalmış olmasıdır.
Yok, “haydi, yeniden sosyalist devrim yapalım” demiyorum, sadece, her dayatılan zırvaya kapılmamak için olan biteni anlamaya çalışalım diyorum.
Serbest piyasa ekonomisi, “demokrasinin teminatı” falan değildi. Uzun boylu tartışılmaya değer ama, özet geçelim; şimdilik Çin örneğine dikkat çekelim. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile demokrasiye değil, büyük bir talana alan açılmış oldu ve Rusya yeniden güçlenene kadar Batı demokrasileri bu durumdan gayet memnundu.
Doğu Avrupa’da sosyalist rejimler, sivil toplum ve demokrasinin zaferi değil, berbat rejimlerin içerde yarattığı hoşnutsuzluklar ile, ABD/Batı ittifakının önce Sovyetler sonra Rusya aleyhine genişleme siyasetlerinin buluşmasından ibaretti.
ABD ve Batı demokrasileri, neo-liberal ekonomik politikalar, her şeyden önce muazzam toplumsal adaletsizlikler üzerine kurulmuş olduğu ve kriz dönemlerinde faturayı en alttakiler ödediği için popülist söylemlere savruldu.
Pandemi ve Ukrayna savaşının sonuçları kuşkusuz Batı’da ekonomik krizi derinleştirdi, ancak öncesinde yaşanan 2008 krizini unutmamak gerek.
Bu arada, neo-liberalizmin pandemi ile imtihanı, kamu harcamalarını alabildiğine kısma çabasının, toplu ölümle sonuçlanabilecek durumlar yaratabileceğinin görülmesi idi.
Nitekim, Fransa’da bu gayret içinde olan Macron, geri adım atmak zorunda kaldı. O da yetmedi, Fransa’da ekonomiyi daha da liberalleştirme çabası, bir yandan ‘Sarı Ceketliler’ adlı sokak protestoları, diğer yandan aşırı sağın yükselmesi ile sonuçlandı.
Küreselleşme denilen dünya çapında bütünleşmenin kazananı, güçlü ülkelerin sermayesinin ucuz üş gücü ile buluşmasından ibaret oldu.
Şimdi, kalkmışlar, “Küreselleşme ihtiyacımız olan ekonomiyi sağlamakta başarısız oldu” (Rana Foroohar, New York Times, 19 Ekim 2002) diyorlar.
Çin’in ekonomik liberalleşmesinin demokrasi getirmeyeceğini tahmin edememişler, farklı ülkelerde üretim yapmanın üretkenliği arttıracağını sanmışlar, bedeli mesela Bangaldeş’te büyük firmaların üretimini yapan 2013’de bir iş yerinin çökmesi sonucu 1100 kişinin ölmesi olmuş.
Geçiniz; o büyük şirketler, ucuz ürünün, Batı ülkelerindeki kuralları tanımayan ülkelerde çocuk işçiler veya köle gibi çalışan işçiler tarafından üretildiğini bilmiyor muydu?
Geçiniz, Küreselleşme ile ulus devletlerin anlamının kalmamış olması, zaten fakir ulus devletlerin iş güvenliği ve refahını hiçe saymasından başka ne idi?
Son bahane, Ukrayna Savaşı; Batı dünyasının, Putin özgür bir ülkeyi işgal ettiği için ayağa kalktığı masalına inanmak için, ya ‘neo-liberal fanatik’, ya ahmak, ya birileri Putinci demesin diye tırsık ya da Zizek gibi zevzek olmak lazım.
“Liberal demokrasilerin, otoriter rejimlere karşı tarihi mücadelesi” diye yutturulan savaşta, fedakârlık istenen yine en alttakiler.
Rusya’ya ekonomik yaptırımlar söz konusu iken Belçika, Rusya ile pırlanta ticaretini, Yunanistan gemicilik sektörünü kurtarmanın, vs. peşinde.
Fransa’da rafineri işçileri, geçim derdi ile grev yaparken, bir ‘gizli Putinci’ demedikleri kaldı.