Malum, Cumhuriyet tarihinin önemli yıldönümlerinde “tarih savaşları” alevleniyor. 21 Temmuz, Lozan’ın 100. yıldönümü vesile oldu, birkaç gün önce 30 Ağustos Büyük Zafer yıldönümü ardından ise biraz da usulen tartışma kaldığı yerden devam eder gibi oldu.
Tabii yine, muhalif TV kanallarında iktidar çevresinde “Atatürk adı zikredildi, zikredilmedi” mevzusu geçti.
Diğer tarafta yani iktidar çevrelerinde, bu konulardaki kekemelik devam etti, ‘Gazi’ dendi ‘Atatürk’ denmedi, o dedi, bu demedi. Ama o gece, televizyon yayınlarına hızlıca göz gezdirdim, iktidar medyasının neredeyse tamamı Cumhurbaşkanlığı nezdinde gerçekleşen coşkulu kutlamaları canlı yayınladı. Bu noktaya gelinmişken, zaman tünelinde donup kalmış bir İslamcı kanal bu kutlamayı es geçti, o da ayrı.
En az yirmi yıldır, her vesile ile yakın tarih tartışma ve/veya savaşları üzerine yazdım, son olarak birkaç ay içinde yayınlanacak bir kitap derledim. Aynı şeyleri yazmaktan bıktım demeyeceğim, çünkü tarih tartışmaları, aslında siyaset tartışmalardır, o nedenle, sürüp gitmesi doğal ve o nedenle tartışmayı devam ettirmek, bu çerçevede tekrardan kaçınmamak lazım.
Ama öncelikle tüm tarafların, özellikle de popüler düzlemde tarih tartışmasının aynı zamanda siyasi tartışmalar olduğunun teslim etmesi gerekiyor.
İşin en zor tarafı da bu; yakın tarihe ilişkin farklı iddia sahipleri ısrarla, kendi söylemlerini ‘gerçek tarih’ olarak takdim ediyor, dahası öyle sanıyorlar. Oysa gerçek tarih diye bir şey yoktur; tarihi gerçekler tabii ki vardır, o savaş bu tarihte, şu anlaşma şu taraflar arasında olmuştur, savaşın sonucu bu, anlaşmanın maddeleri şunlardır…
Bu tür gerçeklerin bir adım ötesinde, yorumlar devreye girer.
Kemalistler, Cumhuriyetçiler ile İslamcı, muhafazakâr çevreler arasında bitmez tükenmez tartışmaların en iyi örneği olan Lozan anlaşmasında; olaylar malum, yorumlar farklıdır.
Birinciler Lozan’ı ‘zafer’, ikinciler ‘hezimet’ olarak tanımlar; serinkanlı bir bakışla değerlendirirsek Lozan, o dönem mümkün olanın başarılı bir teyidi olmuştur. Ama oturduğu yerden atıp tutmak kolaydır ve öyle yapılır, mesela Cumhuriyet’e kuşku ile bakanlara göre “cephede kazanılan masada verilmiştir”.
Tüm askeri tecrübesi askerlik olan veya o da olmayıp bedelli askerlik yapan adam, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü gibi cephe cephe dolaşmış, işin çilesini çekmiş adamları “cephede kazanılanı İngilizlere peşkeş çekmek”le itham eder, durur.
Ona göre, cephede kazanan da Cumhuriyet’in kurucu kadrosu değil, “sarıklı mücahitler”dir ve/veya Mustafa Kemal değil, Kazım Karabekir’dir, kuruluş sürecinde Mustafa Kemal ve ekibine itiraz eden herkestir.
30 Ağustos zafer olabilir, ama nasıl bir zafer, kimin hesabına yazılmış zafer, vs. itirazları, Cumhuriyet’in kuruluşunun “milletin dininden edilmesi” olduğu iddiası, İslamcı çevreyi bu kutlamalardan uzak tutar, vs.
Tarih tartışmaları/savaşları siyasi tartışmalardır, çünkü birilerine göre “ülkeyi kurtuluşa, aydınlığa kavuşturmanın tarihi”, diğerlerine göre “milleti dininden imanından etme, tarihinden koparmanın tarihi ve yıldönümleridir”.
Toplumsal, siyasal süreçler ile kavganın zemini yumuşamadığı sürece, bu kanaatlerin belge ile, kayıt ile, kaynak ile değişmesi zordur.
Hâlihazırda siyasi, toplumsal kutuplaşma yumuşamak bir yana alevlendiği için tarih savaşlarının bitmesi henüz söz konusu değil. Ancak, diğer taraftan, bence son yirmi yılda yaşananlar dolayısı ile tartışma zemini daha ılımlı bir yöne doğru dönüşüyor.
Yirmi yılı aşkın süren ‘İslamcı’ parti, iktidarı sürecinde, “Kemalist resmi tarih”e karşı, “alternatif resmi tarih” yazma girişimi başarılı olmadı.
Cumhuriyet modernleşme ve sekülerleşme sürecinin toplumsal kabulünün, İslamcıların ve liberallerin sandığından daha geniş kapsamlı olduğu ortaya çıktı.
O kadar ki, AK Parti iktidarı tüm heveslerine rağmen Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’in meşruiyet gücünü farketmek belli bir uzlaşma çerçevesi kurmak durumunda kaldı.
Doğrusu, diğer uçta olan Kemalistler de modernleşme, Cumhuriyet’in kazanımları gibi konularda, karşı taraf ile benzer bir çıkış noktasından hareket ediyorlardı.
Aslında onların ‘şeriat rejimi’ korkusunun altında da Cumhuriyet modernleşmesi yeterince kök salamadığı fikri vardı, o nedenle, onlara göre askerlerin vesayeti olmasa Cumhuriyet rejimi yok olacaktı.
Yaşanılarak görüldü ki, mevzu bu kadar basit değil, tek parti devletleşse de asker ve yargı vesayeti ortadan kalksa da doğrudan devrim, savaş gibi sarsıntılar olmadan bir toplumu o veya bu yönde kökünden değiştirmek mümkün değil.
Öteden beri, “kimse korkmasın, daha alınacak çok yol olabilir ama, kadınlar Cumhuriyet kazanımlarından kolay vazgeçmez” diyorum.
Seçim öncesi, “bu iktidar bir kez daha seçim kazanırsa kadınlar seçime giremeyecekler” diyenler, Merkez Bankasına genç bir kadının Başkan olması, yine bir kadının daha önce görülmemiş bir askeri mevki alması karşısında hâlâ ‘göstermelik’ diye direniyorlar.
“AK Parti, kadın dostu, feminist bir anlayış benimsedi” demiyorum, tek tük kadının bu makamlara çıkmasına karşın kadın politikalarını sonuna kadar eleştirmeye tabii ki devam edin. Ama, toplumsal dinamikleri, dönüşümleri de ciddiye alın.
Zamanında Radikal gazetesinde yazarken “Bir Cumhuriyet Kadını Emine Erdoğan” başlıklı bir yazı yazmıştım, tahmin edeceğiniz gibi çok tepki aldım.
Hâlâ sözümün arkasındayım, Cumhuriyet tarihinde, eşinin yanında, kamu alanında bu denli güçlü varlık gösteren kadın gördünüz mü?
Hiçbir şey ak veya kara değil, söylediğim sadece bu.
Tam da bu noktada, başladığım yere geri döneyim, 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarında, konuşmasını yaparken Cumhurbaşkanı’nın yanında yer alan eşini görünce, ilk olarak yukarıda bahsettiğim yazımı hatırladım, sonra da tüm bu yazdıklarımı.
Arz ederim.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
***
İşte, 13 yıl önceki “4 Şubat 2010” tarihli o yazı
Bir Cumhuriyet kadını: Emine Erdoğan
Geçmişte, din ve vicdan özgürlüğü ve münhasıran başörtüsü yasağı üzerine yoğunlaştığım dönemde, İslamcılık konusundaki eleştirel düşüncelerimi ifade etmeyi askıya almıştım. Öyle bir dayatma döneminde böyle davranılması gerektiğini düşünüyordum.
Başbakan, eşinin GATA’ya girmesininin engellendiği olayı hatırlattığında bir kez daha ne kadar haklı olduğumu anladım.
Böyle bir olayı eleştirmekle kalamıyorsunuz. Öfkeleniyorsunuz. Başbakan eşi olduğu için değil. Bir kadının kılığı dolayısıyla, birçok kurum ve çevrede adeta potansiyel suçlu olarak görülmesi, öyle muamale edilmesini sindirmek mümkün değil.
En azından benim için değildi, maruz kalanlar için de böyle yaşanmasını anlamak zor değil.
En azından benim için değildi. Üstelik, bu tavra muhatap olan değil, bu tavrı en uç düzeyde gösteren bir çevreden geliyorum.
Tam da bu nedenle, bu tür bir çevrede yaşadığım için kendimi hep suçlu hissettim. Bu duygu biraz daha yaygın olsaydı, toplumsal barış adına daha ileri bir noktada olurduk.
Dahası, meşhur ‘Cumhuriyet kadını’ kavramını, şapkalı kadına indirgemek nasıl bir saçmalıktır diye düşünsek, Cumhuriyetimiz daha sağlam temeller üzerine otururdu.
Her başörtülü veya başörtüsüz kadın nasıldır bilemem, ama Emine Erdoğan, kişilikli duruşu ile ‘Cumhuriyet kadını’ diye adlandırılmayı birçoklarından çok daha fazla hak ediyor.
Başbakan olması bir yana, karizmatik bir siyasetçi olan eşinin yanında, hiç silik bir gölge olmadı. Buna karşın, konumunu öne çıkarıp, sahne almaya da hiç tenezzül etmedi.
Kendi çizdiği sınırlar içinde, farklı biri olduğunu hep gösterdi. Kişilikli kadın diye böyle bir tavrı kastetmiyor muyuz?
Modern giyimli ama hayatındaki erkeğin silik bir gölgesi olan kadın mı, başörtülü ama kişilikli bir kadın mı ‘Cumhuriyet kadını’ olarak tanımlanmayı daha çok hak ediyor diye bir düşünelim.
Diğer taraftan, bu tartışmanın neden şimdi gündeme geldiği üzerine spekülasyon üretmenin anlamı yok. Bu türden bir konu her zaman gündeme gelebilir, çünkü gündemimizden çıkması için bir sebep yok. Başörtülü öğrencilerin hâlâ üniversiteye giremediği bir ülkede yaşıyoruz.
Ancak, sadece bu konu değil, her türden gündemin, komplo teorilerine kurban gitmesine, ‘Neden şimdi?‘ sorusunun sorulup, inanılmaz cevaplar üretilmesine de eşit derecede karşıyım.
Hiçbir sorun ve tartışma diğerini geçersiz, zamansız kılmamalı. Bu nedenle, Ahmet Hakan arkadaşımızın, "böyle bir olay karşısında sivil vesayet’ veya benzeri bir şeyi tartışmak lüks" değerlendirmesine katılmam mümkün değil.
Demokratik bir siyaset zeminini yakalamanın birinci koşulu, hiçbir şeyi tartışmanın, eleştirmenin, zamansız ve ‘lüks’ sayılmaması ile mümkün olur.