“Suriye devrimi”
Suriye’de yaşanan gelişmeler karşısında iktidar çevresi o kadar sevinçli ki, sevinmemek neredeyse suç sayılacak. Sadece o çevre de değil, pek çokları için sevinmemek “diktatörlükten yana olmak” sayılıyor. Doğrusu, Suriye’deki rejimden yana olanlar yok değil, ama çok küçük bir ideolojik azınlıktan ibaret. Gerisi ne diyeceğini bilemez halde.
Ben hiç sevinmedim, sevinmediğim gibi son derece üzüntülüyüm. Zaten 13 senedir savaş halinde olan bir ülke, daha da karanlık bir döneme adım attı. Arap Baharı da sevinçle karşılanmıştı, sonu nasıl geldi, birlikte izledik. Ama Suriye’deki durum daha vahim, daha çok Irak’a benziyor.
Bağdat’a ilk gittiğimde, bir ülkenin nasıl mahvolduğunu gözlerimle gördüm, çok hazin bir olay.
“Ama Suriye işgal edilmedi ki” diyebilirsiniz, bence o kadar emin olmayın. Her vesile ile ifade ettiğim gibi Suriye’de bu süreci tetikleyen Arap Baharı, iddia edildiği gibi halk ayaklanması falan değildi. Mısır’dan çok farklı bir tablo söz konusu idi. Mısır’da Arap Baharı olayları, Mübarek rejimine karşı, Batı ülkelerinin de desteği ile Müslüman Kardeşler’in ayaklanması idi. Ancak, Müslüman Kardeşler, Mısır’da güçlü bir toplumsal-siyasal hareketti. Mısır’daki otoriter Mübarek rejimi, Müslüman Kardeşler’e sınırlı da olsa alan açmış olduğu için MK toplumsallaşabilmişti.
Diğer taraftan, sayıları çok az da olsa, Mısır’da demokrasi isteyen aydın çevre tarafından destekleniyordu. Nitekim, toplumsal tabanı bu denli güçlü bir hareketin isyanı, orada da işler beklendiği gibi gitmedi ama bu alengirli konuyu şimdilik bir yana bırakalım.
Suriye’de Esad rejimi, 1982’de Müslüman Kardeşler’in Hama ayaklanmasını bastırdıktan sonra, İslamcı muhalefete nefes aldırmadı. Bu nedenle, Suriye Müslüman Kardeşleri’nin lider kadrosu faaliyetlerine İngiltere’de devam etti. Dolayısı ile toplumsal bağı kopmuş oldu. Suriye’de Arap Baharı, başından itibaren dışardan destekli bir isyandı. Takdir edersiniz ki muhalefete nefes aldırmayan bir rejim altında, silahlı isyan çıkması mümkün olamazdı, o nedenle dışardan silah ve en kötüsü dünyanın dört bir yanından cihatçılar bu ülkeye sokuldu ve çıkan çatışmaya “iç savaş” dendi. Tabii bu süreçte, silahlı ayaklanmaya yerel unsurlar da katıldı. Daha doğrusu, Suriyeli gençler radikalleşti.
Diğer taraftan, Suriye’deki rejim, otoriter bir Baas yönetimiydi, bir mezhep (Nusayri) rejimi değildi. Esad ailesi Nusayri idi ve seküler Baas rejimi, zaman içinde giderek daha fazla Nusayri azınlığın desteğine bel bağlamıştı. Ancak, hiçbir azınlık rejimi, işbirliği olmadan ayakta kalmaz, nitekim Hafız Esad rejiminin önde gelen kadroları arasında Sünniler tabii ki vardı. Dahası, Hafız Esad, Nusayri rejimi algısını silmeye çalıştığı için oğlu Beşar Esad’ı Sünni bir ailenin kızı ile evlendirmişti. Ama tabii, İngiltere’de yaşayan seküler bir Sünni aileden söz ediyoruz.
Kısacası; söz konusu olan, mezhep değil, tüm bölgede olduğu gibi, seküler Arap milliyetçisi rejimin toplumsal desteğini büyük ölçüde yitirmesi idi. Diğer taraftan bu rejim, önce Sovyetler, sonra İran olmak üzere Batı karşıtı ülkeler ile ittifak ettiği için Batı ittifakının hedefinde idi. Yıllardır, uluslararası platformda ekonomik ve siyasal dışlanmaya maruz kaldığı için daha da zayıflamış oldu. Sonuçta, halkını bunaltan bir tablo ortaya çıkmıştı, sürdürülmesi ancak daha fazla baskı ile mümkün oluyordu. Bu rejimin devrilmesi hiç de üzüntü verici değil.
Üzüntü verici olan, bu rejimin ne şekilde devrildiği.
Dışardan müdahale ile rejim devrilen her yerde olduğu gibi, bu ülkeyi de bekleyen eskisini aratacak bir tablo olacak. Aslında ülke, 13 senedir bu tablo içinde ve sonuçta radikal İslamcı bir silahlı hareket HTŞ tarafından ortadan kalktı. Batı basını, HTŞ’yi ne kadar cilalamaya çalışırsa çalışsın, en iyi ihtimalle bir İslam devleti kurma peşinde. Daha kötüsü, Suriye’de bu ülke ile ilgisi olmayan cihatçı unsurlar dolmuş vaziyette.
Cumhurbaşkanı ve iktidar medyası “Suriye gerçek sahiplerinin eline geçti” diyor. Bu son derece tartışılır bir konu. Suriye’nin gerçek sahipleri cihatçılar mı? Hatta Müslüman Kardeşler gibi İslamcılar mı? Hiçbir ülkenin “gerçek sahipleri” yoktur, bir ülkede yaşayan herkes o ülkenin sahibidir. Bütün mesele her tür farklılığa rağmen kavgasız yaşamanın yolunu bulmaktır.
HTŞ lideri Golani’nin farklı din ve mezhep mensuplarına saygılı olacağı vaadi, tipik bir İslamcı mantığa dayanıyor; sonuçta insanlar din ve mezheplerine göre tanımlanmış oluyor. Ve bu tanım, bir dine mensup ama dindar olmayan veya dinle alakası olmayan insanların istediği gibi yaşama hakkını kapsamıyor. Suriyeli Sünnilerin tümü İslamcı olmadığı gibi, muhafazakâr da değildi. Benzer bir şey Müslüman olmayan insanlar için de geçerli, onların içinde de dindar veya kendini mezhebi ile tanımlayan da var, tanımlamayan da. Suriye sadece din ve mezhep çeşitliliği değil, hayat tarzı çeşitliliği de olan bir ülkeydi. O ülke yıkıldı. İslamcılar dışındaki kimse için bu durum hiç de sevinilecek bir şey değil.
Gelelim dış etkenlere; Suriye’nin kuzeyinde Kürt silahlı güçleri, aynı zamanda ABD’nin askeri ayağı halinde. Suriye’de rejim değişikliği sürecinin başından beri içinde olan Türkiye’nin, Suriye “muhalefeti”ni destekleme konusunda çıkarları ABD ile uyuşuyor, ama Kürtler meselesinde yollar ayrılıyor. Arap ülkelerinden Katar da başından beri rejim karşıtlarını destekledi, diğer Arap ülkelerinin tavrının ne olacağı henüz belli değil. Ama sonuçta, Suriye üzerinde herkes pozisyon alacak.