Siyasi tartışmalar esnasında kulağımı tırmalayan bazı tanım, tabir ve bunların ifade ettiği anlayış üzerine epeydir yazmak istiyor, ama sürekli erteliyordum.
Bu sabah, bir TV kanalında ‘siyaset bilimci’ bir konuğun kullandığı bu türden sözlerini duyunca daha fazla dayanamadım.
Haber, tartışma programlarında, röportaj ve yorumlarda sıklıkla, konu dönüp dolaşıp Türkiye’nin ‘Ortadoğulaşması’na geliyor.
‘Ortadoğu bataklığı’ gibi oryantalist tabirlerden oldum olası hazzetmem. Bu denli toptancı ifadeler her zaman sorunludur, öncelikle, fazlasıyla toptancıdır, dahası sanki dünya güllük gülistanlık da bir tek belli bir bölgede rezil şeyler oluyor gibi bir ima taşır.
Zamanında, İngilizceye giren ‘Balkanlaşma’ terimi de benzer bir yaklaşımı ifade eder.
Böylece, belli bir bölgede yaşanan sorunlar, tarihsel, toplumsal, siyasal boyutlarıyla tüm karmaşıklığı göz ardı edilerek, adeta bu bölgelere ‘iflah olmaz’lık atfedilmiş olur.
Buna karşın, ‘Batılılaşma’ denilince de toptancı bir olumluluk ifade edilmiş olur, sonuçta dünya ‘iyi, doğru, düzenli’ olan ile ‘kötü, yanlış, kaotik’ olarak ikiye ayrılmış sayılır. İşin burası, ilkesel bir sorun.
Diğer taraftan, işin bir de siyasi bakışlara olumsuzluk olarak yansıyan boyutu var.
Orta Doğu denilen coğrafyanın, modern tarihinin çatışma, fakirlik, otoriter rejimlerle dolu olduğu bir gerçek. Ancak, öncelikle, tek bir başlık altında kavranamayacak kadar, geniş bir coğrafyadan söz ediyoruz.
İkincisi, dünyanın zengin ve güçlü Batı ülkeleri dışında kalan tümünde, yani Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da, benzer sorunların var olduğunu unutuyoruz.
Kuşkusuz bu sıradan bir unutkanlık meselesi değil, bu anlayışın arka planında ‘Ortadoğu’ dediğimiz coğrafyadaki olumsuzlukların ortak paydasının İslam dini olduğu fikri yatıyor.
Dolayısı ile Türkiye’de mevcut otoriter siyaset tablosunun kökeninde de iktidar partisinin ‘İslami’ kimliğinin yattığını düşünüyoruz. Zaten bugünlere de AK Parti’nin yükselişinin nedeninin dini kültür, duygular olduğunu sanarak geldik.
Öyle olmuş olsa idi, dini bilgisi Erdoğan’ın kat kat üstünde olan Ekmeleddin İhsanoğlu Cumhurbaşkanı seçilirdi. Veya halihazırda, dini değerler konusunda AK Parti’den daha hassas, daha mazbut bir tablo sergileyen Saadet Partisi, oy patlaması yaşardı.
Türkiye’de laik kesim, hâlâ AK Parti ve İslamcılık meselesinin ardındaki dinamikleri kavrayamadığı ve bu arada sosyolojik olarak, değer görme, sınıf atlama, ideolojik olarak milliyetçilik boyutunu göz ardı ettiği için, bugüne kadar pek çok durumda isabetsiz siyasetler izledi.
Sürekli kulağımı tırmalayan, sabrımı zorlayan diğer bir husus, bazı kelli felli siyaset bilimci akademisyenlerin dillerinden düşmeyen ‘Sultanizm’, ‘patrimonyalizm/ neopatrimonyalizm’ gibi oryantalist, üstelik devri geçmiş oryantalist tabirler ve bunların ifade ettiği anlayış.
Tüm dünyada, yükselen otoriter siyasetlere savrulma gibi bir gerçek varken, bunları ‘otoriter popülizm’ diye kodlayabilecek daha geniş kapsamlı bir tanım varken, ‘Sultanizm’ neyin nesi?
Ben söyleyeyim, ‘Doğu Despotizmi’ kavramsallaştırmasının, yani otoriter siyasetlerin ‘Doğu’ya özgü bir miras olduğu, anlayışının bir ifadesi.
Mesele, Doğu adına alınganlık değil, bu tür bir bakış açısının, dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde veya güneyinde yaşanan olaylar ve sorunların toplumsal, siyasal, ekonomik boyutlarını göz ardı eden (veya gözlerden kaçırmayı hedefleyen) boş gösterenler olması.
Doğu ile despotizmi özdeşleştiren oryantalist bakışın, sosyal bilimler dilindeki en önemli temsilcisi on dokuzuncu yüzyıl sonu düşünürü Max Weber idi.
O zamandan bu zamana, bırakın Weberci bakışı, ‘sosyal bilimler’ (bu arada siyaset bilimi) iddiasının kendisi sorgulama konusu oldu.
Bu alandaki akademisyenlerin, üstelik iddialı, üstelik mikrofon uzatılanların hâlâ bu tür kavramlarla konuşması bir garabet, bu kavramlar ile Türkiye’de siyaseti açıklamaya yeltenmesi ayrı bir vahamet.
Otoriter rejimlerin yarattığı toplumsal- siyasal yıkımlar arasında, düşünce dünyasında yarattığı durgunluk sıklıkla gözlerden kaçıyor.
Pek çokları, düşünce dünyamızda yaşanan sığlığın nedeninin, meydanın akademisyen, gazeteci, yazar, uzman adı altındaki AK Parti propagandastlerine kalmasından ibaret olduğunu düşünüyor.
Karşı tarafta olanların sergilediği vasatı ihya veya sığlık, sorun olarak görülmüyor, zira öncelik otoriter rejime karşıtlık hâline gelince, düşünsel incelik geri planda kalıyor.
Daha önce de “otoriter rejimlerin en kötü sonuçlarından biri de geçmişi temize çekmesi” diye yazmıştım.
Hepsi aynı kapıya çıkıyor, karşıtlık başlı başına bir fikir muamelesi görünce, AK Parti öncesi Türkiye, sorgulanma alanı olmaktan çıkıyor, eski Türkiye’nin mimarları ‘akil adam’ yerine konuluyor.
Tamam, öncelik bu rejimden kurtulmak ama, Türkiye’nin geleceğini kurmak açısından tüm bunlar önemli.
Dahası, bu rejimden kurtulmak açısından da önemliydi.