?>

Suriye, güzel ülkeye veda

Nuray Mert

2 hafta önce

Suriye, güzel ülkeye veda

Arap Baharı’nın Suriye’ye gelişi diye adlandırılan 2011 yılından bu yana, bu ülkede olanları derin bir üzüntü ile izliyorum. Özellikle 2003 Irak İşgali’nin hemen öncesinde ‘savaş karşıtı’ hareket vesilesi ile Ortadoğu’yu yakından izlemeye başladım. Pek çok vesile ile Ortadoğu ülkelerine, bu arada en az 20 kere Suriye’ye gittim. Esad rejiminin tutar yanı yoktu, onu biliyorduk, ama her şeye rağmen Suriye çok güzel bir ülkeydi ve bu ülkeyi çok sevdim. “Dışardan gidince güzel ama bir de yaşayanlara sor” diyebilirsiniz. O konuyu da ayrıca konuşmak gerek. Sonuçta, artık o ülke yok, yerine neyin geleceği de belli değil, tıpkı Irak’ta olduğu gibi. Bir ülkenin, rejim devirmek adına yapılan müdahaleler ile ne hale gelebileceğini, Bağdat’a gittiğimde gördüm, o nedenle bir daha Şam’a gitmek istemem.
Önce, HTŞ’nin Suriye’yi fetih harekatının yaşandığı bugünlerden biraz geriye gidelim. Arap Baharı ayrıca tartışmalı bir konu, ama özellikle Suriye’de, ‘Bahar’ falan söz konusu değildi, bunu o zaman da çok yazdım, söyledim. Yani, konu Suriye’de demokrasi isteyenlerin Beşar Esad ile çatışması değildi. Suriye, bu bahane ile göz göre göre bir savaşa sürüklendi. Silahsız mücadeleden yana olan muhalefete kulak asan olmadı. Irak nasıl rejim değişikliği hedefi ile işgal edildiyse, Suriye’de de rejim değişikliği adına, silahlı gruplar desteklendi, başka ülkelerden cihatçılar bu ülkeye transfer edildi. Bu uğurda, eskiden İslamcıların saygı duyduğu İslam alimi Ramazan El-Buti, bu senaryoya karşı çıktığı için, 21 Mart 2013’te Şam’da bir camiye düzenlenen intihar saldırısı ile 41 kişi ile birlikte öldürüldü.
13 yıl süren sözde bir iç savaş ile ülke yaşanmaz hale geldi. Bırakın Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerini, en az Suriye kadar otoriter bir rejimle yönetilen Ürdün’ün demokrasi sayılıp, Suriye’ye demokrasi getirmek adına cihatçıların desteklendiği bir senaryodan söz ediyorum. Kısacası, pek çok başka yerde olduğu gibi, olayların ne rejimin otoriter olması ne de demokrasi mücadelesi ile alakası yoktu.
Suriye, öteden beri Batı ittifakının hedefinde olan bir ülke idi. Arap Soğuk Savaşı sürecinde, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Ürdün sıkı Batı müttefiki iken, Mısır ve Suriye, Batı karşıtı Arap milliyetçisi rejimler ile yönetiliyordu. 1973 Arap-İsrail savaşından sonra Mısır, ABD ile ittifak siyasetini benimseyip, savaşa birlikte girdiği Suriye’den ayrılarak İsrail ile barış imzaladı.
Soğuk Savaş sürecinde, Suriye ve Mısır, Sovyet uydusu ülkelerden değildi, ancak Batı karşıtı pozisyonları itibarıyla Sovyetler ile yakın ilişki içindeydi. Zaten Soğuk Savaşın ana teması ‘komünizmle mücadele’ olmasına rağmen, başta ABD olmak üzere Batı karşıtı tüm rejimlere ‘düşman’ gözüyle bakılıyordu. Zaman içinde Sovyetler Birliği, sonu çöküşe giden bir zayıflama sürecine girdiği noktada, İslam Devrimi sonrası İran, bölgede Batı karşıtı güçlerin destekçisi ve müttefiki haline geldi. Suriye’nin İran ile yakınlaşması bu çerçevede gerçekleşmişti. Böylece, Suriye yine ‘düşman’ saflarında olmaya devam etti. Suriye’nin başta ABD, Batı ittifakının kara listesinde olmasının nedeni budur.
Başta Müslüman Kardeşler olmak üzere İslamcı çevreler ile Batı dünyasının Esad Suriye’sine ilişkin söylemlerinin örtüşmesinin nedeni de budur. Zira, Batı ittifakı, başka pek çok ülkede olduğu gibi, Batı düşmanı bir rejime İslamcı gerekçeler ile de olsa karşı çıkan ‘muhalif’ güçler ile öteden beri ittifak içinde olmuştur. (*)
Bu çerçevede yürütülen propaganda dilinde Suriye’nin bir Nusayri rejimi olduğunun vurgulanması ötesinde, tekfirci köktendincilere benzer şekilde Esad’ların Müslümanlığı sorgulanır olmuştur. 
Amerikan-İsrailli analist Barry Rubin’in Suriye rejimine karşı yazdığı kitabında (The Truth About Syria, Palgrave, 2007), Suriye Müslüman Kardeşleri’ninrejimin en tehlikeli sırlarından biri olan, yöneticilerinin Müslüman olmadığını” ifşa ettiğini söylüyordu (s.62). Beşar Esad’ın “Müslüman bile olmadığı halde”, İslamcıları hoşnut etme siyaseti güttüğünden söz ediyordu (s.169). Beşar Esad’ın “Müslüman olmayan bir kişi olarak Suriye’yi yönetiyor olmasını açıklayamayacağını” iddia ediyordu (s. 262).
Bırakın öncesini, Arap Baharı’ndan sonra bile onca zaman geçmesine rağmen, o kadar benzer şeyler yaşanıyor ki, insanın midesi bulanıyor. “İslamcı terör ile savaş” adına dünyayı alt üst edenler, bu bahane ile Suriye’ye yerleşenler, şimdi radikal İslamcı tüm örgütler ile yolu kesişmiş olan Muhammed Colani’yi, rejimi devirmek adına, kamuoyları gözünde rehabilite etmeye girişmiş vaziyette. O artık değişmiş, o artık ‘ılımlı’ymış. İster istemez, baş İslamcılık uzmanlarından Oliver Roy’un, “ılımlı İslamcılık kavramını nasıl icat ettiği” aklıma geliyor. “Kayıp Şark’ın Peşinde” başlığı ile yayınladığı anılarında anlatıyor. 1984’te, Fransız Dışişleri Bakanı’nı Afganistan ile ilgilendirmeye çalışıyormuş:
“Ilımlı İslamcılık kavramını belki de bu ortamda icat etmişimdir. Cemiyet-i İslami’nin iyi tanıdığım lideri Burhanettin Rabbani, Afgan direnişinin başkanı olarak 1984’te Rabat’daki İslam Konferansı Zirvesi’ne gelmişti… Dönüş uçağına binmek için Paris’e uğrayacağını öğrendim… Bakan kesinlikle Rabbani ile görüşmeliydi. Ama Cheysson keskin bir laikti ve mekanında sarık görmeye tahammülü yoktu. O zaman Rabbani’yi ‘ılımlı İslamcı’ olarak takdim ettim” (s.116).
İslamcılık uzmanı neden politik arabuluculuk yapmaya girişmiş?” diye sorabilirsiniz. Anılarında, Dışişleri Bakanlığı ve istihbarat örgütleri ile çalıştığını da açıkça anlatıyor. Ne zamana kadar ve ne ölçüde bilemiyorum ama şimdi de Colaniılımlı İslamcı” olarak icat ediliyor. Yeter ki, İran’ın Suriye bağlantısı sona ersin, Rusya hazır Ukrayna ile uğraşırken Suriye’deki ayağı hiç olmazsa zayıflasın. Bu arada, tabii Colani de yaşadıklarından çok ders çıkarmış, oyunun kurallarını öğrenmiş, Batı dünyasına ılımlı mesajlar veriyor.
Diğer taraftan, CNN röportajı gibi mecralarda, yatıştırıcı bir üslup kullanıyor, mesela yönetimi ele geçirirse dini azınlıklara saygı duyacakmış. Zaten İslamcıların genellikle dini azınlıklar ile sorunu yok, daha ziyade kendine Müslüman diyen veya sadece Müslüman doğmuş olanları hizaya getirmek gibi bir dertleri var.
Arap Baharı denemesinden bunca zaman sonra bu iş neden kaldığı yerden alevlendi derseniz. Malum, İsrail-Hamas savaşı sürecinde, hazır İsrail, Hamas ve Lübnan Hizbullah’ını büyük ölçüde çökertmiş, İran’ın bölgesel gücünü felç etmişken, sıra İran’ın Suriye ayağına geldi de ondan.
ABD, Netanyahu’ya güya itidal telkin ederken, Netanyahu, ABD’nin bölgesel düşmanlarının bacaklarını kırmayı başarınca, kıymete bindi. ABD, İran ile doğrudan savaştan yana olmasa da, bölgedeki uzantılarının kökünü kazınmasına destek verdiği için, Suriye sahnesi de hareketlenmiş oldu. Tabii, bu olayın Biden yönetiminin giderayak, Trump gelmeden, dış siyasette yapmak istediklerini gerçekleştirmek için hızlı davranmak istemesi ile alakasını da hesaba katmak lazım.
Sonuçta, Trump da barış güvercini değil, ama Biden kadar savaş heveslisi olmadığını gördük. Biden yönetiminin de en büyük dertlerinden biri bu. O nedenle alelacele, Ukrayna’ya Rusya içini vurma izni verdiler. Biden dış siyasetinin, Trump’a göre daha ‘nizam-ı alemci’ olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.Formun Altı
Suriye’ye dönersek, Arap Baharı, Ürdün-Irak sınırına yakın Dera’da alevlenmişti; şimdi, HTŞ kuzeyden ilerlerken, güneyden Şam aynı bölgeden savaşçılar ile zorlanıyor. Türkiye’nin rolünden söz edemiyoruz, çünkü konu, pek çok diğer mevzuda olduğu gibi, ‘milli güvenlik’ alanına giriyor, doğrusu ‘etki ajanı diye hapsi boylamak istemiyorum. En azından bu kadarını söyleyeyim.
Sonuçta, Suriye, Esad dönemini mumla arayacak bir mecraya sokuldu, bir ülke ve insanları perişan oldu. İddia edildiği gibi bu durumun baş sorumlusu Beşar Esad yönetimi değil jeopolitik hesaplar ile bir ülkeyi yok oluşa sürükleyenler.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

(*) Bu konu ile ilgilenenlere, ‘Batı İslam’ı Çok Sevmişti/ Batı’nın İslam Politikaları’ (İletişim, 2022) başlıklı kitabıma göz atmalarını tavsiye ederim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI