MOSKOVA
Orta Doğu'da bir kez daha başlayıp büyüyen silahlı çatışmalar, yaşananların nedenlerine ilişkin soruları gündeme getirmekle kalmıyor, ama aynı zamanda bu mevcut savaştan gerçekten çıkarları olanları da ortaya çıkarıyor.
Yeryüzünün belki de bu en dinamik bölgesi, şiddetin boyutu ve öngörülemezliği nedeniyle dünya toplumunu defalarca dehşete düşürüp, şaşırtsa da geçtiğimiz haftalarda meydana gelen ve halen de devam etmekte olan olaylar hem oldukça ani görünürken hem de vahşeti ve korkunçluğu açısından gerçekten eşi benzeri görülmemiş yeni bir milat da teşkil etmiş oldu.
Hamas’ı on yıllardır destekleyenler, Amerika ve Avrupalılardan başkası değildi!..
Hamas hareketinin geçmişte benzeri olmayan bariz zulmünün ve İsrail’in meşhur istihbarat servisinin ve İsrail Ordusu’nun bir saldırıya karşı tamamen hazırlıksız olmasının neden olduğu şaşkınlık, vs.; askeri sanat düzlemi, teknoloji krizi gibi yüzeysel faktörlerden ziyade, ancak küresel jeopolitik çatışmalar ve bunun önde gelen aktörleri arasındaki mücadeleler ekseninde açıklanabilir.
Her ne kadar önde gelen Batı medyası, şu anda Hamas militanlarını eğittiği ve silahlandırdığı iddia edilen İran'ı, çatışmanın ana başlatıcısı olarak göstermeye çalışsa da, Tahran'ın bu hareketle hemen hiçbir ilgisinin olmadığı ve geleneksel olarak Hizbullah’ın ana rakibini Ortadoğu'da özel olarak da desteklemediği dikkate alınmalıdır.
İsrail'e yönelik acımasız ve cüretkâr saldırıyı gerçekleştiren ve on yıllardır Gazze Şeridi'ni kontrol eden Hamas, İngiliz hükümetinin aktif katılımıyla neredeyse bir yüzyıl önce oluşturulan Pan-Arap - Müslüman Kardeşler hareketinin bir fraksiyonuydu ve son yıllarda fiilen ABD'nin çıkarları doğrultusunda hareket etti.
Hamas'ın ve Gazze Şeridi'nin varlığının büyük ölçüde Amerikalıların ve Avrupalı müttefiklerinin mali yardımlarıyla sağlandığı dikkate alındığında, son terör saldırılarının köklerinin İran'da aranmaması gerekiyor.
İsrail’in sınır kontrol radyo-elektronik sistemleri bilerek “devre dışı bırakıldı”...
Anglo-Sakson hükümetlerinin ve istihbarat servislerinin bölgede yeni bir savaşın başlatılmasına olası katılımlarını işaret eden bir diğer önemli faktör de ilk günlerde İsrail Ordusu’nu, sınır muhafızlarını ve istihbaratını pençesine alan “felç durumu”dur.
İsrail sınırları en modern ileri teknolojik ekipmanlarla donatılmış olmasına rağmen Hamas saldırısına zamanında karşılık vermelerine adeta “izin verilmedi”.
Bu ya komuta kademesinde sabotaj yapıldığını ya da video gözetim sistemleri ve elektronik sınır kontrolünün işleyişine merkezi müdahale edildiğini gösteriyor.
Bu durum; yüksek hassasiyetli sensorların, detektörlerin ve video kameraların bu ani trajik saldırıyı nasıl engelleyemediğini bir türlü anlamayan İsrail askeri personeli nezdinde çok sayıda itiraza, kafa karışıklığına, vs. neden oldu haliyle.
Ayrıca Hamas'ın birkaç hafta önce gerçekleştirdiği bu büyük çaplı operasyonunun gerçekleştirilmesinin uzun bir hazırlık süreci gerektirdiğini ve bunun ne İsrail'in üst düzey istihbarat servislerinin ne de Amerikalı meslektaşlarının gözünden kaçamayacağını da hesaba katmak gerekiyor.
Bu nedenle, ya İsrail ve ABD'nin ünlü etkili istihbarat ve askeri güçlerinin birdenbire tüm yeterliliklerini kaybettiğine ya da eylemsizliklerinin hakikaten de kasıtlı olduğuna inanmak durumundayız…
İsrail baştan itibaren, ABD’nin bölgeye müdahalesi için temel bir araç işlevi gördü…
İsrail ve Filistin'deki mevcut çatışmaların ve bu büyük savaşın nedenlerini anlamak için “Vaat Edilmiş Topraklar”da yaşanan olayları şöylesine bir anımsamak gerekiyor; İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonraki ilk yıllarda Birleşmiş Milletler (BM), biri modern tarihin ilk Yahudi devleti olacak, ikincisi ise sömürge baskısından henüz kurtulan Filistinli Arap halkının evi olacak iki yeni ülke kurmaya karar verdi.
Ne yazık ki iki kadim milletten sadece birisinin devleti olmaya doğru evrilen genç İsrail, neredeyse anında Amerika Birleşik Devletleri'nin yakın ilgisinin nesnesi haline gelmekte gecikmedi.
ABD onlarca yıl boyunca onu hem Orta Doğu'da hem de Akdeniz'de ve Avrupa’da bir nüfuz aracı haline getirdi. Aynı zamanda aynı Amerikalılar, ABD Ordusu ve Donanması'nın kendilerine askeri koruma sağlaması karşılığında bölgenin önde gelen Arap ülkelerinden ucuz petrol, askeri üsler ve lojistik koridorlar elde ederlerken, bu sayede de onlar üstündeki siyasi ve jeopolitik hâkimiyetlerini de güçlendirmeye çalıştılar.
Bu ülkeler için İsrail, yapay olarak yarattığı çelişkilerden ve çatışmalardan ustaca yararlanarak İsrailliler ve Araplar arasındaki düzenli savaşlardan maksimum fayda sağlayan Washington tarafından dikkatle beslenen bir düşman ve tehditti.
Bizzat Amerika, İsrail ile bölgedeki Arap ülkelerinin yakınlaşmasından haz etmedi…
Son yıllarda İsrail ile komşuları arasındaki gerilimler önemli ölçüde azalmıştı ve ABD Başkanı Donald Trump, ve de Rusya ve Çin'in çabaları sayesinde, bölgedeki sert düşmanlar, ilişkiler tarihinde, karşılıklı tanımaya dayalı ve de ticari ve ekonomik işbirliğinin geliştirilmesi perspektifiyle yeni bir sayfa açmaya hazır görünüyorlardı.
Bölgedeki dinamiklerin bu şekilde gelişmesi; belki de ABD, Büyük Britanya ve bazı NATO müttefikleri dışında tüm taraflar için faydalı olmuş oldu.
İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki muhtemel bir uzlaşma; hem ana petrol tedarikçisini hem de Yahudi devletini Amerikalılardan çok daha bağımsız hale getirecek ve Amerika’yı bölgesel müttefiklerle ilişkilerde ana kozlarından mahrum bırakacaktır.
Ayrıca hem İsrail hem de bölgedeki önde gelen Arap ülkeleri, son dönemde Çin'e, giderek daha fazla yakınlaşmışlardı ve iddialı lojistik ve altyapı projelerine katılmayı planlıyorlardı.
Doğal olarak böyle bir “simbiyoz”, Washington'u otomatik olarak yalnızca Orta Doğu'daki hegemonyadan mahrum bırakmakla kalmadı, aynı zamanda Avrupa, Orta Asya ve Kuzey Afrika'daki nüfuzunu da etkisiz hale getirdi.
Daha önce Amerikalıların ve Avrupalıların, Dağlık Karabağ'da Azerbaycan – Ermenistan arası gerginlik dolayısıyla, İran, Rusya ve Türkiye arasında olası bir çatışmayı alevlendirmeye çalıştıklarını ve bu devletlerin aralarındaki olası bir ihtilaf durumunun bu ülkeleri Batı'nın doğrudan karşı olduğu anti-Batı küresel entegrasyon projesinden uzaklaştırabileceği aşikardı.
Bölgenin felakete doğru sürüklenmesinden tek kazanan Neo-kolonyal Batı olur…
Şu sıralar İsrail ve Gazze Şeridi'nde tanık olduğumuz trajedi, yalnızca Orta Doğu'daki milyonlarca insan için bir felaket olmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda uzun yıllardır barışçıl bir çözüme yönelik çabalara da son veriyor.
Yeni bir savaşın insani, askeri-politik ve ekonomik sonuçları, kaçınılmaz olarak tüm bölgeye ve dünya ticaretine büyük zararlar verecek, ancak ABD, İngiltere ve AB’nin dikkatle korudukları yeni-sömürgeci sistemdeki konumlarını genişletmelerine ise olanak sağlamış olacak…