?>

Prof. Ercümend Kuran’ın vefatının 14. yılı anısına Serasker Hüseyin Avni Paşa -YORUMSUZ-

Ramazan Topraklı

1 yıl önce

Res. İsmail Ecument Kuran

Prof. Ercümend Kuran’ın Vefatının 14. Yılı Anısına Serasker Hüseyin Avni Paşa

YORUMSUZ

Haz. Ramazan Topraklı

KURAN, İsmail Ercüment (1920-2009): Tarihçi ve fikir adamı. TDV İA, Müellif: Fatih Yeşil): 
İstanbul Üsküdar’da doğdu. Babası topçu subayı Hüseyin Mazlûm Bey’dir. İlk Öğrenimine St. Josef’in İzmir şubesinde başladı, son sınıfta aynı okulun İstanbul Kadıköy’deki şubesine geçerek 1940’ta lisenin fen bilimlerinden mezun oldu.
Ardından İÜ Fen Fak. Fizik Bölümü’ne girdiyse de sosyal bilimlere duyduğu ilgi sebebiyle daha sonra kaydını aynı üniversitenin Ed. Fak. Tarih Bölümü’ne aldırdı. Bu bölümde, doktora tezine danışmanlık yapacak olan Cemal Tukin başta olmak üzere, Mehmet Cavit Baysun, Zeki Velidi Togan, Mükrimin Halil Yinanç, Arif Müfit Mansel, M. Tayyip Gökbilgin gibi tarihçilerin derslerine devam etti.
II. Dünya Savaşı esnasında Türkiye’ye iltica eden Alman bilim adamlarıyla tanışma fırsatı buldu. Mezuniyetinin ardından aynı bölümün Sonçağ Tarihi Kürsüsü’ne asistan olarak girdi.
1953’te Cezayir’in Fransızlar Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti (1827-1847) başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. 1954-1956 yıllarında gönderildiği Almanya’da Göttingen ve Frieburg üniversitelerinde araştırmalarda bulundu.
Çalışmalarını İngiltere’de sürdürdü. Bernard Lewis’in ve Paul Wittek’in seminerlerine katıldı. 1959’da İstanbul’a döndüğünde Robert Kolej Yüksek Okulu’nda tarih öğretmenliğine başladı.
1962’de Ortadoğu Teknik Üniversitesi Beşerî Bilimler Bölümü’ne tarih doçenti olarak tayin edildi. 1964’te Columbia Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nde çalışmalarına devam etti.
1967’de Toronto Üniversitesi İslâmî İncelemeler Bölümü’nün kadrosuna doçent sıfatıyla dâhil edildi. Aynı üniversitece yapılan profesörlük teklifini ülkesinin kendisinden hizmet beklediği gerekçesiyle kabul etmedi.
1970’te Hacettepe Üniversitesi’nin davetiyle tarih profesörü olarak burada göreve başladı. 1971-1973 yıllarında Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdarî Bilimler Fakültesi dekanlığı yaptı ve fakültede Tarih Bölümü’nü oluşturdu. Aynı üniversitede Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nü de kurdu. Enstitü müdürlüğü ve Tarih Bölümü başkanlığı yaptığı sırada, 1982’de Yüksek Öğretim Kurulu’nun yeni uygulamalarıyla bunların üniversitedeki yansımalarına tepkisi yüzünden kendi isteğiyle ertesi yıl emekliye ayrıldı.
Emeklilik süresince bilimsel çalışmalarına devam etti. 2006 yılında Türkiye Bilimler Akademisi bilim hizmet ödülüyle onurlandırıldı. 2 Kasım 2009’da İstanbul’da vefat etti.
Kurduğu bölüm ve enstitünün kadrolarını oluşturmadaki yaklaşımı yanında dünya tarihini bütüncül olarak kucaklamayı amaçlayan yeni bir müfredatın teşkiliyle farklı bir ekolün kurucusu olan E. Kuran, Osmanlı tarihinin o güne kadar üzerinde pek durulmamış yönlerini ele almıştır.
Doktora tezi kendi sahasında ilk ciddi çalışma özelliği taşır. Bu eser daha sonra Arapçaya tercüme edildi (es-Siyâsetü’l-ʿOs̱mâniyye: Ticâhe’l-İḫtilâli’l-Fransî li’l-Cezâʾir, trc. Abdülcelîl Temîmî, Tunus 1970).
Doçentlik tezi olarak hazırladığı Avrupa’da Osmanlı ikamet elçiliklerinin kuruluşuyla ilgili incelemesi de bir başka önemli kitabıdır. Ayrıca pek çok makale ve ansiklopedi maddesi kaleme almıştır.
Bildirileri, yazdığı makale ve maddelerin önemli bir bölümü dört kitap halinde derlendi. Yazılarının en mühim özelliği sade bir Türkçe ile kaleme alınması ve kısa olmasıdır. Kendi özel sohbetlerinde, toplantı veya seminerlerde uzunca konuştuğunu, ama kısa yazdığını ifade eder. Üzerinde Paul Wittek’in büyük etkisi vardır.
Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinin çeşitli yönleri onun çalışmalarının ana eksenini oluşturur. İstanbul Üniversitesi’nde tanıştığı Alman hocaların ve ardından Almanya’da gördüğü stajın etkisiyle tarihî vak‘aları sosyolojik ve ekonomik faktörleri dikkate alarak açıklamaya çalışır. Onun fikir dünyasını şekillendiren en önemli unsurlardan biri de milliyetçilik.
Türkler’in Orta Asya ile bağlantısına önemle işaret eder, fakat kendisini Turancı olarak tanımlamaz. Milliyetin en önemli unsurunu dil olarak görür. Orta öğrenimini yabancı dilde eğitim veren bir kolejde tamamlamış olmasına ve çeşitli Batı dillerini bilmesine rağmen eğitim dilinin mutlaka Türkçe olması gerektiği fikrindedir.
Kalemini ideolojik saplantılara teslim etmeyerek yazılarını sağlam bir metodoloji üzerine inşa etmiştir. Eserlerini daima bir problemi çözmek amacıyla kaleme almış ve özel konularda bile geneli yakalamaya çalışmıştır. Türk Kültürü Araştırmaları Dergisi’nin bir sayısı (XXVII, sy. 1-2) ona armağan edilmiştir (Ankara 1989).
Bu bilgilerin kısa bir özetini Tarihçi Ercüment Kuran kimdir diye Yeni Akit Gazetesi de verir ve şöyle der: Tarihçi Ercüment Kuran, 1963 senesinde Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü asli üyeliğine, 1966 senesinde de Türk Tarih Kurumu şeref üyeliğine seçildi. Yurtiçinde ve yurtdışında birçok bilimsel toplantıya katılarak bildiriler sundu. Çeşitli dergilerde iki yüz civarında makalesi yayımlandı. Eserleri: Cezayir’in Fransız İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti (1957), Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Faaliyetleri (1968), Atatürkçülük Üzerine Denemeler (1981), Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler (1994), Türkiye’nin Yenileşmesi, Çileli Bir Yolda İlerleyiş (1998), Türk-İslâm Kültürüne Dair (2000).

Vefatının 14. Yılı münasebetiyle Prof. Ercüment Kuran’ı saygıyla anıyorum; nur içinde yatsın. R. Topraklı

SERASKER HÜSEYİN AVNİ PAŞA

Doç. Dr. Ercümend Kuran (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Kültürü, Ağustos 1967, Sayı 58, s.745-747/49-51).
Türk milleti kadar eski olan Türk ordusunun tarihinde XIX. Yüzyılın ilk yarısı bir dönüm noktası sayılır. Gerçekten, Yeniçerilerin tenkilini başaramadığı, Mora isyanını, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın Batı tarzında düzenlenmiş ordusu kısa zamanda bastırınca, Sultan II. Mahmud Yeniçeri ocağını ortadan kaldırmayı kararlaştırdı. Böylece, devletin piyade ve topçu kuvvetlerini teşkil eden Ocak, 1826 yılında kanlı bir şekilde yok edildi.
Osmanlı ordusuna seferde süvari kuvveti sağlayan Tımarlı sipahi teşkilatı da beş yıl sonra, yâni 1831’de, sona erdirildi. Batı tarzında kurulan yeni ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere 1834’te İstanbul’da Mekteb-i Harbiye açıldı. O zamandan beri memleketimize değerli kumandanlardan başka, pek çok devlet, ilim ve sanat adamları yetiştiren bu okuldan ilk mezun olanlar arasında Hüseyin Avni Paşa, icraatı ve şahsiyetiyle dikkat çeker.
Isparta’nın Gelendost kasabasında Ahmed adında fakir bir köylünün oğlu olarak 1820’ye doğru dünyaya gelen Hüseyin Avni Paşa, Harbiye’nin açıldığı yıl okula alınmış ve 1849’da Erkânı Harb Kolağası rütbesiyle oradan mezun olmuştur.
Birkaç yıl aynı okulda öğretmenlik yapan genç kurmay subay, 1853’te başlayan Kırım Harbine katılmış, 1862’de patlak veren Karadağ isyanında da bir tümene kumanda etmiştir.
Hüseyin Avni Paşa ertesi yıl Müşirliğe yükseltilmiş ve çeşitli askerî vazifeleri takiben 1867’de Girid Rumlarının isyanını bastırmaktaki başarısı üzerine 1869 yılı başlarında Serasker tayin olunmuştur. Başkumandanlık ve Harbiye Nâzırlığını birleştiren bu yüksek mevkide o, Sadrâzam Âli Paşa’nın 1871 Eylülünde ölümüne kadar iki buçuk yıl kaldı. Bundan sonra üç defa daha seraskerliğe getirilecek olan H. Avni Paşa, 1874 Şubatından 1875 Nisanına kadar bir yıl müddetle Sadrâzamlık makamında bulunmuştur.
Son seraskerliği esnasında Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde, Paşanın Meşrutiyet taraftarlarıyla birlikte çalıştığı bilinir. Bu vakadan 15 gün sonra da, 15 Haz. 1876 gecesi Mithad Paşa’nın Bayezid’deki konağında, Çerkes Hasan adlı bir subay tarafından, muhtemelen şahsî bir kin saikiyle öldürülmüştür.
Hüseyin Avni Paşa, Padişahın tahttan indirilmesinde Yeni Osmanlılarla işbirliği yapmasına rağmen, onlar gibi Meşrutiyet taraftarı değildi. O, devletin kötü idaresinden Abdülaziz’in şahsını mesul tutuyor ve iyi niyet sahibi bir padişahın başa geçmesiyle işlerin düzeleceğine inanıyordu.
Meclis-i Mebusan’ın faaliyete geçirilmesi hâlinde ise, bundan Müslümanlardan ziyade Hıristiyan tebaanın faydalanacağı, muhtariyet peşinde koşan Hıristiyanların gayelerine eriştikleri takdirde de devletin parçalanması gecikmeyeceği kanaatindeydi. H. Avni Paşa, bir suikasta kurban gitmeseydi, Mithad Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nda Meşrutiyeti ilân etmesi herhalde mümkün olmazdı.
Hüseyin Avni Paşa’nın vatanına en büyük hizmeti, seraskerlikleri sırasında yorulmak bilmez bir azimle Türk ordusunu ıslaha çalışmasıdır. O zamana kadar Fransız örneğinde tertiplenen orduyu, 1870 harbinde Fransa’ya karşı üstünlüğünü ispat eden Prusya’nınkine benzer şekilde teşkilâtlandırmağa girişmiştir.
Mevcut altı orduya Yemen ordusunu ekleyerek ordu sayısını yediye çıkarmış, böylece seferi kuvveti 500 000 kişiye yükseltmiştir. Bu kuvvet Nizamiye, Redif ve Mustahfsız olarak üçe ayrılıyordu. Nizamiyede kur’a usulüne göre toplanan erler dört yıl hizmet gördükten sonra, Redif sınıfına geçerlerdi. Redif sınıfında erler her yıl bir ay askere çağrılırlar, altı yıllık bu devreyi tamamlayanlar sekiz yıl müddetle Mustahfız sınıfını teşkil ederlerdi.
Hüseyin Avni Paşa, Türk ordusunu yeni silâhlarla donatmağa gayret göstermiştir. Bu arada Amerika Birleşik Devletlerinden 600 000 adet Martini tüfeği satın almış, Alman Kurupp fabrikasından da toplar getirtmiştir. Paşa subayların ve erlerin savaş kabileyetini geliştirecek yeni talim usullerinin tatbikatına ve sık sık manevralar yapılmasına ayrıca ehemmiyet vermiştir.
Onun eğitim sahasında bir icraatı hususiyle zikre değer. Ordunun tabip ihtiyacını karşılamak üzere, 1827’de açılan Mekteb-i Tıbbiye’de dersler Fransızca okutulmaktaydı. Öğretimin Türkçe yapılması için girişilen teşebbüsler o ana kadar sonuç vermemişti.
Bu gaye ile kurulan Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin tıp terimlerini Türkçeleştirmek maksadıyla hazırlanmasını ele aldığı Tıp Lûgati, Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın maddî yardımlarıyla tamamlanabilmiş ve Askerî Şûra’nın bir kararıyla 1870 yılında Mekteb-i Tıbbiye’de Türkçe öğretime başlanılmıştır. (Bunun için bk. Dr. Osman Şevki Uludağ, “Tanzimat ve Hekimlik”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s.970 vd.)
İradeli, çalışkan, faal ve milliyetçi bir asker olan Hüseyin Avni Paşa, hiç şüphesiz, modern Türk ordusunun kurucularındandır. Zamanının şartlarına göre doğru bir görüşle, o Türk ordusunu savunma tertibinde teşkilâtlandırmış ve 1877 Rus harbinde düşmana karşı 750 000 kişilik bir kuvvet çıkarmak onun başardığı ıslahatlar sayesinde mümkün olmuştur.
Bu harbde kahramanlıklarıyla Türklük adını yücelten Plevne müdâfii Gazi Osman ile Şıpka müdâfii Süleyman Hüsnü paşalar da onun yetiştirdiği değerli kumandanlardır. Hüseyin Avni Paşa’nın askerlik tarihimizde müstesna bir yeri vardır; Süleymaniye Câmii haziresindeki kabrinde nur içinde yatsın.

***

Avrupa Gizli Belgelerinde Hüseyin Avni Paşa ve Dönemi

Avrupa ve Türkiye 1856-1875. Gizli belgeler. Büyük Avrupa Güçlerinin şansölyeliklerinden alınmıştır.

Bu baskı, 1853/56 Kırım Savaşı ile 1875/78 Doğu Krizi arasındaki iki büyük kriz arasında Avrupalı büyük güçlerin Osmanlı İmparatorluğu'na yönelik politikalarına ilişkin geniş bir belgedir.
Bu iki kriz uluslararası araştırmalar tarafından son derece yoğun bir şekilde ele alındı. Ancak aralarındaki yirmi yıl yalnızca ara sıra belgelendi veya yorumlandı, hiçbir zaman geniş bir bağlamda ele alınmadı.
Kaynak metinlerin bir kısmı Almanca, Fransızca ve İngilizce'dir. “Tough on Turkey” by Bernhard Gillam, Puck, v. 17, No. 424, (1885 April 22) 1885 by Keppler & Schwarzmann, Retrieved from: Library of Congress), https://www.loc.gov/pictures/item/2011661439/. (erişim 10 Ar. 2023). 

Hüseyin Avni Paşa’nın Sadrazamlığı (s. 1086-1087-1088) 

1873 yılının son aylarından itibaren, geçici olarak bir araya gelen muhaliflerinin oyunları karşısında Mehmed Rüşdî Şirvânizâde’nin durumu giderek zayıfladı. Hazine açığının sebep olduğu mali buhran ve muhaliflerinin baskısı sonunda Şirvanizâde görevden alındı ve yerine Seraskerlik görevi de uhdesinde kalmak şartıyla 5/17 Şubat 1874 tarihinde Hüseyin Avni Paşa Sadrazam oldu.
Sadrazamlık ve Seraskerlik makamlarının tek bir devlet adamının elinde toplanması Fuad Paşa’dan bu yana görülmemiş ve Hüseyin Avni’ye seleflerinden daha uzun süre hükümetin başında kalma talihi sunmuştur. Yeni Sadrazamın önceki kariyeri, Fuad ve Âli’nin kariyeriyle yakından alâkalıdır.

-Hüseyin Avni Paşa

Ancak her zaman askerî görevlerde bulunmuş olduğundan, idarî ve siyasî işlerde yetişmemişti. Hüseyin Avni Paşa'nın siyasî eğilimleri çok belirgin değildi, ancak bugün sloganı şu gibi görünüyor: “Turchia farà da se[1] - övgüye değer bir ilke, ancak Sultan Mahmud devrinden beri Osmanlı devlet adamları için tamamen yeni.
Ünlü dostları Âli ve Fuad'ın yaşamları boyunca, onların Batı'ya ve özellikle Fransa'ya duydukları sempatiyi paylaştı; ancak son felâketler onun bu tercihlerini kaybetmesine neden oldu; en son Almanya'nın gücünün yükselişinden etkilenmiş görünüyor. Kişisel olarak her zaman mükemmel ilişkilerimiz oldu. Birkaç ay görevde tuttuğu Raşid Paşa'nın tavsiyelerini kabul ederek, dış politikanın Raşid Paşa'nın benimsediği yolu izlemesine izin verdi. Bununla birlikte, kişisel çekişmeler Hariciye Nazırı'nın görevden alınmasıyla biten bir anlaşmazlığa yol açtı.
Sadrazam, Raşid'in, Mehmed Rüşdî ile olan yakınlığını ve Hidiv'le olan eski ilişkilerini affedemiyordu. Dahası, Raşid'in kordiplomatikte edindiği mevkii yadırgamış ve İngiliz Elçiliği ile bazı sürtüşmeleri önleme konusundaki ısrarından dolayı incinmişti.
Sultan'ın Zvornik meselesinden duyduğu memnuniyetsizliği fırsat bilen Hüseyin Avni, Raşid'in yerine Arifi Paşa'nın getirilmesini sağladı ve bizi memnun etmek için, her zaman iyi ilişkiler içinde olduğu ve bu nazır değişikliğinden fayda umduğu Halil-Şerif'in adaylığını eledi.
Raşid Paşa'nın (s.1087) düşüşüne üzülmekle birlikte, İstanbul'da kişisel meselelere asla müdahale etmeme ve kimseyi görünürde korumamız veya sorumluluğumuz altına almama ilkemize sadık kalarak Arif ile en iyi ilişkileri sürdürdüm. Yeni Hariciye Nazırı mükemmel ve iyi niyetli bir adam ama işe yaramaz ve önemsiz biri. Sadrazam ona güvenmek ya da ondan korkmak zorunda kalmayacaktır, ancak ondan yararlı bir hizmet de bekleyemez.
Bazı durumlarda işlerin gidişatı, selefinin çekingen esnekliğinin aksine Hüseyin Avni'nin kişisel karakterinden ve biraz kaba enerjisinden etkilenebilir. Her ne kadar karanlık ve kindar olsa da, büyük bir kurnazlık ve şark kurnazlığına sahip olan Hüseyin Avni, fanatik bir vatansever; amacına ulaşmak için her türlü aracı kullanmaya hazır kararlı biridir.
Şimdiye kadar tüm rakiplerini kontrol altında tutmayı başardı, hatta Mehmed Rüşdî, Mithad, Halil ve Fazıl Paşaların en tehlikeli düşmanı olan Mahmud Paşa'ya olan nefretlerinden kendi amaçları doğrultusunda yararlanmayı başardı; Mahmud Paşa'yı tamamen yıpratmak ve iş hayatına dönmesini sonsuza kadar imkânsız kılmak için Adana Valiliği görevinde tutuyor. Saray'da bir bağlantı ağı kurmuş, kendi adamlarından birini I. Mabeyinci olarak oraya yerleştirmiş, Prens Yusuf İzzeddin'in dostluğundan yararlanmakta ve Almanya ve Amerika'dan silah sipariş ederek iyi niyetini kazanmayı başardığı Sultan'la sık sık görüşüyor.
Bu koşullar altında Hüseyin Avni'nin konumu oldukça sağlam. Yönetimini özdeşleştirdiği son malî düzenlemelerin kişisel kredisini zedeleyip zedelemeyeceğini ve iktidardaki süresini seleflerininki kadar kısa ömürlü hâle getirip getirmeyeceğini göreceğiz.
1872'den bu yana İstanbul'da birbiri ardına gelen tüm yönetimler aynı belirsizlik ve geçicilik damgasını taşıdılar, ciddî bir iz bırakmadan geçip gittiler ve tek bir şeyle dikkat çektiler: büyük bir İmparatorluğun işlerini yönetmedeki yetersizlikleri. Gerçek Türk devlet adamlarının soyu, Âli Paşa ile birlikte tükenmiştir. Onun halefleri konumlarına uygun değillerdi. Zevkleri, tercihleri, belirsiz eğilimleri, kişisel dostlukları ve kinleri vardır, ancak hepsi siyasî ilkelerden ve inançlardan yoksundur. Dostluğumuzun yararlılığını hissettirirken, İstanbul'da gözdağı ve korkuyla hareket etmek her zamankinden daha fazla gereklidir.
Bu koşullarda kişisel, samimi ve sürekli ilişkiler son derece önemlidir. Sultan'ın bize gösterdiği nezaket ve beni sık sık kabul etmesi, bizimle iyi ilişkilerini sürdürmesi gerektiği ve bizi memnun etmemesinin tehlikeli olduğu inancını kendisine aşılamamı sağladı.
Majestelerinin bu duygusu, yönetiminin sık sık değiştiği bir ortamda bizim tek güvencemizdir. Bu yüzden Mithad ve Halil-Şerif Paşa gibi bize en düşman olan bakanlar bile, kişisel duygularına rağmen bizi bağışlamak ve nüfuzumuza güvenmek zorunda kaldılar.
Bu iki ileri gelenin aynı anda işlerin başında olduğu bir andan yararlanarak, Büyük Britanya'nın gerçek çıkarlarına aykırı olarak tüm Doğu sorununu (s.1088) gündeme getirme pahasına Rusya'ya karşı bir patlamayı kışkırtmak istiyor gibi görünen İngilizlerin telkinlerine boyun eğmekten korkuyorlardı. Yine de, Halil-Şerif'in Dışişleri Bakanı iken Mithad'ın Sadrazamlığı, İmparatorluk Elçiliği için zor bir dönemdi ve eğer hızlı bir şekilde sona erdirmeyi başaramasaydık, çok ciddî karışıklıklara yol açabilirdi. (Fransızca metnin aslı Ek’te verildi)

.

Ramazan Topraklı, dikGAZETE.com

[1] “İngiltere, Türk hükümetinden Jön Türk rejimini olası bir tepkiye karşı korumak için Ege'deki donanmasını Boğazlar’dan geçirmek için izin almış, doğru mu diye sordum. Ahmet Rıza: İç işlerimizi ilgilendiren konularda ne İngiltere'ye ne de başka bir ülkeye ihtiyacımız var. La Turchia farà da se. Hem kendimizi korumaya, hem de yabancıların mutlak güvenliğini sağlamaya muktediriz” dedi (Toplumsal Tarih, Kas. 2008, sayı: 179, YKY). Farà da se: “kendi işini kendin gör”; “Türkiye farà da se” ise, “Türkiye kendi işini kendi görür” ilkesi olmalıdır.

Ek. L’Europe et la Turquie 1856-1875. Documents secrets.

Tirés des chancelleries des Granes Puissances Européennes (Avrupa ve Türkiye 1856-1875, Umschlagabbildung: “Tough on Turkey” by Bernhard Gillam, Puck, v. 17, no. 424, (1885 April 22) 1885 by Keppler & Schwarzmann, Retrieved from: Library of Congress,), https://www.loc.gov/pictures/item/2011661439/. (944 sayfa). (erişim 10 Aralık 2023).

Grand Vézirat de Hüseyin Avni Pacha (s.1086-1087-1088)

Dès les derniers mois de l'année 1873 la position de Mehmed Rüşdi Şirvanizâde avait commencé à faiblir en pré-sence des intrigues de ses adversaires, ligués momentanément entre eux quitte à s'entredéchirer plus tard. La crise financière qui a pesé pendant tout l'hiver sur la place de Constantinople en augmentant encore davantage la pénurie du Trésor ne fut pas étrangère à sa chute. Il fut remplacé le 5/17 Février 1874 par Hüseyin Avni Pacha, qui conserva entre ses mains ses anciennes fonctions de Ministre de la Guerre et qui se trouve jusqu'à présent à la tête des affaires. La réunion entre les mains d'un seul dignitaire des pouvoirs de Grand Vézir et de Serasker est un fait qui ne s'est pas présenté depuis Fuad Pacha et qui offre à Hüseyin Avni des chances de se maintenir à la tête du Gouvernement plus longtemps que ses prédécesseurs. La carrière antérieure du nouveau Sadrazam a été intimement liée à celle de Fuad et d'Âli.
Mais ayant toutjours occupé des postes militaires, il n'a pas été initié à leur science admininstrative et politique. Les tendances politiques de Hüseyin Avni Pacha ne sont pas très pronon¬cées quoique sa devise semble être aujourd'hui: “Turchia farà da se" — principe digne d'éloges, mais entièrement nouveau dans la bouche des hommes d'État Ottomans depuis l'époque du Sultan Mahmud. Du vivant de ses illustres amis, Âli et Fuad, il partageait leurs sympathies pour l'Occident et spécialement pour la France; mais les désastres de cette dernière lui ont fait perdre ses prédilections; il semble avoir subi en dernier lieu l'ascendant de la puissance de l'Allemagne. Personnellement nous avons toujours été dans d'excellents rapports. Acceptant les conseils de Raşid Pacha, qu'il maintint pendant quelques mois à son poste, il laissa suivre à la politique extérieure la voie adoptée par ce dernier. Néanmoins des rivalités personnelles amenèrent entre eux une brouille qui finit par la destitution du Ministre des Affaires Étrangères.
Le Grand Vézir ne pouvait pas pardonner à Raşid son intimité avec Mehmed Rüşdi et ses anciennes relations avec le Khédive. De plus il avait pris ombrage de la position qu'il s'était acquise dans le corps diplomatique et fut blessé de l'insistance qu'il mit pour écarter certains froissements avec l'Ambassade d'Angleterre. Profitant du mécontentement du Sultan à propos de l'affaire de Zvornik, Hüseyin Avni provoqua le remplacement de Raşid par Arifi Pacha, en écartant, pour nous être agréable, la candidature de Halil-Şerif, avec lequel il avait toujours été en bons termes et qui espérait profiter de ce changement ministériel. Tout en regrettant la chute de (s.1087) Raşid Pacha, l'entretiens les meilleures relations avec Arif fidèle à notre principe de ne jamais intervenir à Constantinople dans les questions personnelles et de ne pas prendre qui que cela soit sous notre protection ostensible ou notre responsabilité. Le nouveau Ministre des Affaires Étrangères est un homme excellent et bien intentionné, mais nul et insignifiant. Le Grand Vézir n'aura pas à compter avec lui ou à le craindre, mais il ne pourra pas non plus attendre de lui des services utiles. Dans des circonstances données, la marche des affaires pourrait se ressentir du caractère personnel de Hüseyin Avni et de son énergie un peu brusque, contrastant avec la souplesse timide de son prédécesseur. Tout en étant ombrageux et vindicatif, ayant beaucoup de ruse et de finesse orientale, Hüseyin Avni est un patriote fanatique, un homme décidé et prêt à se servir de tous les moyens pour atteindre son but. Il a réussi jusqu'à présent à tenir en échec tous les compétiteurs, il a même su profiter, dans ses propres vues, de la haine de Mehmed Rüşdi, Mithad, Halil, Fazıl Pachas contre Mahmud Pacha, son ennemi le plus dangereux, qu'il maintient au poste de Vali d'Adana pour l'user définitivement et pour rendre à jamais impossible sa rentrée aux affaires. Il s'est ménagé des accointances au Palais, y a placé une de ses créatures comme Premier Chambellan, jouit de l'amitié du prince Yusuf-İzeddin et voit fréquemment le Sultan, dont il a su capter la bienveillance par les commandes d'armes faites en Allemagne et en Amérique. Dans ces conditions la position de Hüseyin Avni est assez solide. Reste à savoir si les derniers arrangements financiers, avec lesquels il a identifié son administration, ne nuiront pas à son crédit personnel et ne rendront pas son passage au pouvoir aussi éphémère que l'ont été les grands vézirats de ses prédécesseurs.
Toutes les administrations qui se sont succédées à İstanbul depuis 1872 ont porté le même cachet d'incertitude et de provisoire, en passant sans laisser aucune trace sérieuse et en constatant une chose seulement — leur incapacité de diriger les affaires d'un grand Empire. La race des véritables hommes d'État turcs s'est éteinte avec Âli Pacha. Ses successeurs ne sont pas à la hauteur de leur position. Ils ont des goûts, des prédilections, des tendances vagues, des amitiés et des rancunes personnelles, mais ils manquent tous de principes et de convictions politiques. Plus que jamais il devient nécessaire d'agir à Constantinople par l'intimidation et la crainte, tout en faisant sentir l'utilité de notre amitié. Dans ces conditions les relations personnelles, intimes et suivies ont la plus grande importance. La bienveillance que nous témoigne le Sultan et les audiences fréquentes qu'il m'accorde m'ont permis de lui inculquer la conviction de la nécessité d'entretenir de bonnes relations avec nous et du danger de nous mécontenter. Ce sentiment de Sa Majesté est notre seule garantie au milieu des fréquents changements de son administration. Aussi même les ministres qui nous ont été les plus hostiles, comme Mithad et Halil-Şerif Pachas, ont été forcés, malgré leurs sentiments personnels, de nous ménager et de compter avec notre influence. Ils ont craint de se laisser aller aux suggestions des anglais, qui semblaient vouloir profiter du moment où ces deux dignitaires se trouvaient simultanément aux affaires pour provoquer un éclat contre la Russie au risque même de soulever toute la question (s.1088) d'Orient, contrairement aux intérêts réels de la Grande Bretagne. Néanmoins le Grand Vézirat de Mithad avec Halil-Şerif au Poste de Ministre des Affaires Étrangères a été pour l'Ambassade Impériale une époque d'épreuve, qui aurait pu amener les complications les plus sérieuses si nous n'avions pas réussi d'y mettre rapidement un terme.

YAZARIN DİĞER YAZILARI